23 Aralık 2011 Cuma

Haydi, Van İçin Örüyoruz!

Dün Facebook’ta Bir Dolap Kitap’ın mesajıyla Van İçin Örüyoruz Kampanyası’ndan haberdar oldum.  Örgü örmeyi seven biri olarak çok heyecanlandım ve hemen siteye girip inceledim. Destek sözü verip iyi derecede örgü bilmeyenlere kolaylık olsun diye bir tarifler sayfası açıp açamayacaklarını sordum. Fikir annesi olan Alev hanım “gönderin, hemen açalım” dedi. Ben de aşağıdaki pratik bere, atkı ve patik tarifini gönderdim. Alev hanımı bu şahane fikir ve girişiminden ötürü kutluyorum.
Yan tarafta gördüğünüz banner’ın üstüne tıklayınca kampanyanın sayfasına gidip, bakabilirsiniz.
Haydi kadınlar, şimdi Van’daki yavruları, kuzucukları ördüklerimizle ısıtma zamanıdır.
İlmeklerin arasına sıkıştıracağınız şefkatiniz onları ördüklerinizden daha çok ısıtacaktır, inanın.
Örgü örmeyi bilmeyen arkadaşlar da kampanyaya malzeme desteği sağlayarak destek olabilirler.
Hepimize kolay gelsin...

Pratik Bere, Atkı ve Patik Tarifi

Bere:
3,5 yada 4 numara şişinize 9 ilmek atarak başlayın.
1.sırada 1 ilmek düz örüp 1 ilmek artırarak örün.
2.sırada hiç artırma yapmadan bütün ilmekleri örün.
3.sırada 2 ilmek düz, 1 ilmek artırarak örün.
4. sırada yine hiç artırmadan bütün ilmekleri örün.
5. sırada 3 ilmek düz örüp, 1 ilmek arıtrarak devam edin. Artırma yaptığınız sıradan sonraki her sırada hiç artırma yapmadan tüm ilmekleri örün. Bu sıraları yani çift sayılı sıraları ister düz ister ters örebilirsiniz.
9 ilmek örüp, 1 ilmek artırdığınız sıra bittiğinde şişinizde toplamda 66 ilmek olmalı.
Bu 66 ilmeği bir örün ve sonraki sırada bu sefer eksiltmelere başlayın.
3 ilmek örüp 1 ilmek eksiltin.
Sonraki sırayı hiç kesme yapmadan 1 ilmek düz, 1 ilmek ters örün.
Takip eden sırada yine 3 ilmek örüp 1 ilmek eksiltin.
Bu eksiltmelreden sonra şişinizde 42 ilmek kalmalı.
Takip eden 8 sırayı ister bir düz bir ters örüp lastik örgü yapın, isterseniz hepsini düz ya da ters örüp haroşo yapın.
Örgüyü kapatın (kesin) ve kenarından dikkatlice dikin.
Artırma yapılan ilmeklerin çok büyük delikler oluşturmaması için artırmaları yaparken yani şişe iplik atarken ipliği çok uzun tutmayın.
İpliğiniz ne kadar kalınsa şişinizde o kadar kalın olmalı, şişin numarasını buna göre ayarlayın. Unutmayın, iplik kalınlaşıp şiş numarası büyüdükçe bereler de büyük olacaktır. 

Atkı:
İpliğinizin kalınlığına göre seçtiğiniz şişle, 5 numaraya kadar 35-40 ilmek 5 numaranın üstü şişle başlayacaksanız 30-35 ilmekle (yaklaşık 25 cm) başlayın. Bir sıranın başında bir ilmek eksiltip, takip eden sıranın başında bir ilmek artırın. Bir sırada eksiltip diğer sırada artırarak istediğiniz uzunluğa geldiğinizde atkıyı bitirin. İlmek artırırken kenarlarda halka şeklinde bolluk olmaması için; ilk ilmeği ördükten sonra ikinci ilmeğe geçmeden alt sıradan bir ip çekip ilmek haline getirirek örün. Bu model için haroşo örgüyü öneririm.

Patik:
6 numara şişe 35 ilmek atın. 5 sıra haroşo örün. 14 ilmeği düz, ortadaki 7 ilmeği ters, sonraki 14 ilmeği yine düz örün. Takip eden sırada 13 ilmek düz örün, 14 ve 15. ilmekleri birlikte örün yani 1 ilmek eksiltmiş olun. Ortadaki 7 ilmeği düz örün ve 23 ve 24. ilmekleri yine birlikte örerek 1 ilmek eksiltmiş olun. Ortada kalan düz ördüğünüz kısım patiğin üst kısmını oluşturuyor. Arka sırada yine ortadaki 7 ilmeği ters örüp kenarlarda kalan ilmekleri düz örün. Sonraki sırada bu sefer 12 ilmek düz örün, takip eden 2 ilmeği birlikte örün. 7 ilmeği düz örün ve sonraki 2 ilmeği yine birlikte örün. Kalan 12 ilmeği de örüp sırayı bitirin. Arka sırada yine ortadaki 7 ilmeği ters örüp kenarlarda kalan ilmekleri düz örün. Sonraki sırada bu sefer 11 ilmek düz örün, takip eden 2 ilmeği birlikte örün. 7 ilmeği düz örün ve sonraki 2 ilmeği yine birlikte örün. Kalan 11 ilmeği de örüp sırayı bitirin. Arka sırada yine ortadaki 7 ilmeği ters örüp kenarlarda kalan ilmekleri düz örün. Şişinizde toplam 25 ilmek kalana kadar (yani 9 ilmek haroşo+7 ilmek düz+9 ilmek haroşo) bu şekilde örmeye devam edin. Şişinizde 25 ilmek kaldığında 10 sıra düz örün. Düz örgünün üzerine 10 sıra da ters örün. Bütün ilmekleri kapatıp, dikin ve bu 10 ters örülmüş sırayı düz örülmüş 10 sıranın üstüne katlayın.
 

13 Aralık 2011 Salı

Dün, Ne Acayip Bir Gündü!

Dün sabah Selin’i “öğretmenin seni kahvaltıya davet etti” diyerek her zamankinden daha erken bir saatte yuvaya götürdüm. Meleğim kahvaltısını arkadaşlarıyla yapıp sonrasında oyun odasına giderken ben de gözlem odasında yuvanın uzmanıyla Selin’i konuşmaya başladım. Rutin anne-baba görüşmelerinden biri. Daha görüşmenin başında “Görüşmek için sizi en sona bırakmamızdan anlamışsınızdır. Biz Selin’den çok memnunuz” dedi uzmanımız ve bende bağ bağ güller açıldı. Sonra Selin’in öğretmeni de görüşmeye katıldı. Ben biraz Montessori, biraz Reggio Emilia, biraz Waldorf filan derken ve karşımdakiler bütün bunları nereden biliyorsunuz diyerek şaşkınlıkla bakarlarken, şeker balığım, beni görmediğini varsaydığımız camın önüne geldi ve aralık jaluzinin arasından şöyle bir bakıp, gitti.
Görüşmenin sonunda bu dönem kesin olarak halletmeye karar verdiğim, Selin’i yalnız uyumaya alıştırmaya konusunda bana yardımcı olabilecek bir tavsiyede bulundular ve şöyle bir şey denemeye karar verdik. Selin’in kendi başına uyuduğu ve sabaha karşı yanımıza gelmediği her gecenin sabahında, ben öğretmenine verilmek üzere bir kart hazırlayacağım. Karta “Selin dün gece kendi başına uyudu” yazacağım. Selin kendi elleriyle bu kartı öğretmenine verecek. Öğretmeni de bu kartı okuyup Selin’i tebrik edecek hatta bazen arkadaşlarına duyuracak, onlar da Selin’i alkışlayacaklar. Yöntem bu. Dün gece uykuya dalarken çoook işe yaradı. "Ben hemen uyuyayım o zaman" dedi ve arkasını dönüp uyudu. Ben de gecenin bir vakti renkli kartondan kart hazırladım. Gel gör ki sabaha karşı “anne! anne!”diye 3-4 kere beni yanına çağırdı ve en sonunda yatağımıza teşrif etti. Sabah babasıyla beraber taksiye binip kartsız gitti. Biraz buruktu, tabii.
Neden taksiyle gittiler derseniz, günün acayipliği tam da burada başlıyor. Dün akşam üzeri Selin’i okuldan almak üzere arabaya bindim veeee vites kolu yine elimde kaldı. Blogu takip edenler belki hatırlar, yaklaşık iki sene önce de, hem de seyir halindeyken ve arabada Selin varken vites kolu elimde kalmıştı, şu yazımda anlatmıştım. Neyse ki evin önündeydim, daha. Ustayı aradım, çekiciyi yarın çağırmaya karar verdim ve gidip Selin’i aldım.
Dönüşte takside bana “Anne, bizim oyun odasının yanında bir yer var, bugün orada sana çok benzeyen bir kadın oturuyordu hatta ben sensin sandım” dedi. Yalan söyleyemem, hemen kısaca anlatıverdim. Bazen gözünün önündeki kocaman oyuncağı göremeyen kızım meğer o yarı kapalı jaluzilerin arasından tanıyıvermiş beni. Hiç fırsatı kaçırır mıyım? Bir lakabı daha oldu hemen: Cincime!
Eve geldik, biraz meyve yedik, oyun oynadık filan derken bloguma bir bakayım dedim ve Robots Doodles&Orange Bubbles’tan gelen yorumu okudum. Geçenlerde duyurusunu yaptığı hediye çekilişi dün sonuçlanmış ve bilin bakalım kim, ne kazanmış? Eveeeet, bildiniz. Ben! Ben! Ne mi kazanmışım? Şu aşağıda resmini gördüğünüz harika yastıkları. Bir Dolap Kitap’ın kitap çekilişlerini saymazsak –ki hep okullara filan bağışlamak için katılıp duruyordum, ilk defa bir hediye çıktı bana. Çook sevindim.
Çok güzel başlayan, sonra fena halde moralimi bozan bir gün ancak böyle bir haberle başladığı gibi güzel bitebilirdi.
Yeteneğine emeğini katıp böylesi güzel şeylere dönüştürebildiği için Nihan’ı gönülden tebrik ediyorum. Tasarladığı güzel şeyleri paylaşabildiği için de kendi adıma çok teşekkür ediyorum.  
Not: Her şeyde bir hayır vardır derler. Arabasız kalmanın hayrı da, bloga yazı yazmama sebep olması herhalde:)

8 Aralık 2011 Perşembe

Geçti Günler, Haftalar...

Yine Ekim, Kasım nasıl geçti anlayamadım. Malum, memleketin gündemi yoğun ve hatta yetişmek mümkün değil. Van depremi, Marmara depremini de yaşamış ve sonraki travmaları hala taşıyan biri olarak aklımı başımdan aldı. Depremin ardından aralarında çok sevdiğim arkadaşlarımın da olduğu şahane insanların yaptıklarına iletişim kanalları aracılığıyla destek vermeye çalışmanın dışında, elbette ara ara Selin’in nükseden burun akıntısı, öksürük, tıksırık durumlarıyla da yakinen ilgilendim. Sizlere zaman zaman hala Van’da olan arkadaşlarımdan ve Gündem Çocuk Derneği’nin çalışmalarından bahsedeceğim.
Blogun sağ tarafında gördüğünüz Erciş’in Genç Sesi resmine tıklayarak ulaşacağınız blog, gencecik kalemlerin kendilerini yazıp, çizerek ifade etmelerine ve bu yolla depremin etkilerini biraz da olsa azaltmalarına ve tabii sorunları, orada bire bir yaşayan gençlerin, çocukların gözlerinden görmemize imkan sağlayan şahane bir proje. Takip etmeli...
Geçen sene kreşe yeni başlayan çocuğundan daha fazla ve uzun süre hasta olmuş bir anne olarak bu sene hasta olmamaya özellikle ve çok dikkat ediyorum. Doğal, koruyucu kış iksirleri alıyor, havayı azıcık güneşli görünce pehlivanlığa soyunmuyorum.
Bu dönem, işim için de önemli bir dönem. Başlangıcı sıkı tutmamın gelecekteki sağlamlığını çok etkileyeceği ve tamamen benim kişisel disiplinimle gelişecek bir iş yaptığımdan, yoğun odaklanma gerektiriyor ve bu benim için en zor işlerden biri.  Çünkü ben artık aklı bir telefonla ya da bir memleket haberiyle kuş olup uçan bir kadın oldum daha doğrusu olmuşum, yeni farkediyorum. Hele ki haber bir de çocuklar ya da kadınlarla ilgili bir haberse içim içimi yiyor, günlerce sürüyor dağılmışlığım. Selin’den önceki hayatım, toplumsal sorunlara çözümler üretmeye yönelik her türlü sivil toplum faaliyetine katkıda bulunmakla geçtiğinden, sürmekte olan bu zorunlu pasiflik hali artık beni yormaya da başladı. Neyse...Mevzu derinleşiyor, burada bırakmak lazım.
Nasıl bir iş yaptığıma ve dolayısıyla hayatımızın kalitesini artırmaya yönelik bilgi verici yazıların yer alacağı bir blog hazırlığındayım. Biraz eli yüzü düzgün hale gelince buradan da duyuracağım.
Diğer yandan işimle hiç ilgili gibi görünmese de, sektörde çalışarak yıllarımı verdiğim, kesmeyip üzerine yüksek lisans yaptığım turizm konusunda bir de doktora yapma isteğim var ve bütün bunlar için bir plan, yapmam gerektiğini bilerek düşünmeye başlamak bile acayip vakit alıyor. Geçen bahar döneminde bunca yıldan sonra katiyen işime yaramayacak matematik problemleri çözüyorum, diye yazmıştım. Sonuç; ALES'i hallettim. Geriye şimdi KPDS kaldı. O da önümüzdeki bahara...
Anlaşıldığı üzere, fena yayılmışım ben. Toparlanmam ve yeniden ben olmam lazım. Eski ben değil elbet, yenisi... Eski “ben”in büyümüş(!), değişmiş, anne olmuş hali. Daha enerjik, daha disiplinli, uzun bir süredir ihmal ettiğiyle yani kendisiyle daha ilgili...
Selin’le ilgili haberler mi? Onlarda bir sonraki yazıda artık...
Not: Fotoğraflar 27 Kasım’da Curcuna Parti Evi’nde kutladığımız, Ada’nın 4. doğum günü partisinden. Benim çekmediğim nasıl da belli oluyor:))

17 Kasım 2011 Perşembe

Masalcı Geldiiii!

"Bir gün babamla birlikte çiftliğe gitmiştik. Orada inekler, koyunlar, kuzular, tavuklar, horozlar, civcivler vardı. Sonra bir baktık ki civcivlerden biri kayıp. Dört tane civciv olması gerekirken üç tane var. Bir tanesi eksik. Ben hemen ormana doğru yürümeye başladım. Niye ormana doğru yürüdüm biliyor musun? Çünkü çiftlik hemen ormanın kenarındaymış.  Neyse, yolda rastladığım bütün hayvanlara civcivi sordum.  Görmediklerini söylediler. Sonra bir mağaraya rastladım. Mağaradan içeri bir baktım ki ne göreyim? Civciv yerine yarasalar. Yarasalardan biri yanıma geldi. Ona civcivi sordum. O da görmediklerini ama bana yardım edeceğini söyledi. Birlikte civcivi aramaya devam ettik. Ormanın içlerinde çok yüksek bir ağaca rastladık. Tam sırtımızı dayayıp dinlenmeye başlamıştık ki, taa ağacın tepesinden cik cik diye bir ses duyduk.  Civciv ağacın tepesinde.  Civciv oraya nasıl çıkmış diye sordum. Yarasa yürüyerek çıkmıştır dedi. Ama civcivler ağaç tepesine yürüyemez ki! Peki ordan nasıl inebilir dedim. Yarasa ben şimdi hop uçar yanına konarım. Onu aşağıya indiririm ama sen benimle konuşmalısın. Biliyorsun ben körüm, göremem ama sesini duyup yanına gelirim, dedi. Yarasa civcivin yanına uçtu. Civciv yarasanın kanadına tutundu. Ben de yarasayla konuştum konuştum konuştum. Tam aşağıya inerlerken civciv yarasaya tutunamadı, yere düştü.  Tam o sırada ormanda yürüyüş yapan bir küçük file rastladık. Civcivi sorduk, görmedim dedi. Birlikte aramaya başladık. Yürüdük yürüdük yürüdük. Tam o sırada ağaçların arasında kutular gördük. Bunlar ne böyle dedik. Yarasa o nedir? dedi. Göremiyor ya hani. Kutuların yanına gittik. Kutulardan sesler geldi. Birinden cikcik diye bir ses, diğerinden mee diye bir ses, diğerinden mööö diye bir ses. Yavru fil hemen hortumuyla kutuları açtı. Bir de ne görelim kutuların içinden bir civciv, iki yavru inek –Annee, ineğin yavrusuna ne denirdi? –Buzağı. Hah hatırladım, iki tane buzağı, üç tane kuzu çıktı. Hep birlikte çiftliğe döndüler. Çiftlikte yavru file ot, yarasaya yumurta (?) ikram ettiler.  Hep birlikte dans edip şarkı söylediler, çok eğlendiler. Sonra çok yorulmuşlardı, hemen uykuya daldılar. –Anne, benim  çok uykum geldi, ben artık uyuyorum." S.P.

Yukarıdaki masalı Selin 13 Kasım 2011 Pazar akşamı yatakta yatarken bana anlattı. 

Aşağıdaki masalı da 11 Ağustos 2010 günü Ayvalık'ta anlatmıştı. Selin'in anlattığı başı sonu belli ilk masalıydı. O dönem herkese ve herşeye isim vermeye başladığı dönemdi. Masaldaki hayvanların isimleri de bizzat Selin tarafından uydurulmuş ve uzun zaman çeşitli ve birbirine benzer masallarda aynen kullanılmıştır.  Bu isimlendirme merakı hala devam ediyor. Öyle ki belgesellerde seyrettiği her hayvana isim veriyor hatta bazen birbirleri arasında akrabalık bile yaratıyor:))

"Timsah Ogg, su aygıyı Asis, moos (mors) Amus, diyer timsah Gyibi ve yunus hop hop denizde oynamışyay. Soona yunusa binip Akamon’a gitmişyey. Bi bakaaken fok göömüş kaaşıdan. Biidenbiye bakaaken timsah Ogg göömüş foku. Moos çok kokmuş çünkü kayboymuş, yunusu takib edeyken koşayak hop hop diye atyamış. Bi bakaaken hepsi bi ses duymuşyay. Yakyaşmışyay, ıııııııı-ıııı-ııııııı diye şaakı söyeyen beyaz bayinayı göömüsyey. Yanında da mami bayinayı göömüşyey. Bii de simit göömüşyey. Benim simidim. Bana simidi taktıyay. Ben de yunusun sııtına bindim. Çok güzeydi."  S.P.
Yuvaya giderken, gelirken arabada sürekli masal anlatmaya başlayıp bir türlü sonunu getiremeyen, her akşam en az üç kitap okutan, her lafa gayet mantıklı bir yorumu, her soruya çoğu zaman komik ama mutlaka uygun cevabı olan bir çocuk artık. Bir masalcı mı yetişiyor ne? Bekleyelim, görelim...pardon, dinleyelim.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Eğitim: İdeolojilerin Savaş Alanı

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yurttaşlarını  “doğru vatandaş”a dönüştürmek üzere planlanan, ideoloji pompalamasının, mesela tarih eğitimi gibi alanlarda arşa vurduğu, tuhaf bile denemeyecek bir sistem hakkında yazmak zor. Hele bir de vakti zamanında aynı tornadan geçmiş ve bu kısıtlayıcı, koyunlaştırıcı etkilerden arınmak üzere kendini hala rehabilite eden biriyseniz daha da zor. Üstelik bir de toplumsal duyarlılığı yüksek bir kadın, bir anneyseniz misli misli zor. Çünkü neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ama bir yerden de başlamak lazım. Devamı Alternatif Anne'de...


18 Ekim 2011 Salı

Artık Zamanı Gelmişti...


Okul zamanı, hastalık zamanı...Selin de kuralı bozmadı. Cumartesiden beri zaman zaman yükselen ateşi pazar gecesi tavan yaptı. Dün doktora gittik. Şimdi öğlen belli olacak boğaz kültürünün sonucunu bekliyorum, heyecanla. "Her yerde salgın var, beta olabilir" dedi doktoru.
Uzuuun zamandır, ara filan değil basbayağı boşverdiğim blog yazılarıma ve tariflerime yine başlıyorum. Oyunlarımızı yazmam biraz daha fazla vakit alacak gibi görünüyor. Malum önce oynamak ve tam o esnada fotoğraf çekebilmek, sonra da vakit bulup yazabilmek lazım. Tabii her şeyden önemlisi meleğimin oyun oynayacak enerjisine kavuşması lazım.
Sessizliğimi Mutfak Muhabbetleri’ndeki haftanın menüsüyle bozmuş bulunuyorum. Umarım bana olduğu gibi size de kolaylık sağlar.
Bir ara şu sessizliğimin nedenleri üzerine de iki satır yazarım, belki. Söz vermiş olmayayım da. Çok şey birikti ve hayat artık eskisinden daha hızlı geçiyor sanki. Hafıza, akıl defterine alınmış küçük notlardan, fotoğraflardan ve usulca gelip ruhunda kendine yer bulan izlerden yardım alıyor. Çoğu zaman da sadece yaşadığıyla kalıyor insan...

22 Temmuz 2011 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 40, 41

Aylardır şöyle oturup doğru dürüst bir şeyler yazamıyorum bloga. Ya bir dönem çok meşgul oluyorum veya vaktim olsa da yazmak istemiyorum. Yaz rehaveti filan da değil üstelik. Tuhaf bir şey... Blogların kapanmasından ve tabii açılmasından beri kendimi toparlayamadım gitti. Benim de Pratik Anne gibi hem bloglarıma hem de kendime bir çeki düzen vermem gerekiyor artık. Ben bile sıkıldım bu durumdan. Bu hafta bari kitap gününü kaçırmayayım diyerek iki kitabı tanıtmakla başlayayım.
Haftanın ilk kitabı Nesin Yayınevi’nin Çocuk Cenneti Kitaplığı Serisinden, Emma Chichester Clark’ın Türkçe’ye MİNİ MİNİ MUALLA adıyla çevrilen Little Miss Muffet Counts to Ten isimli kitabı. Kitap Mini Mini Mualla’nın ormanda bir ağacın dibinde bir mindere oturup çorbasını içmesiyle başlıyor. Yanına önce 1 örümcek, sonra 2 lemur, sonra 3 saksağan... ve en sonunda 10 timsah ellerinde büyük bir kutuyla geliyor. Mualla o kadar korkuyor ki onu öğle yemeği niyetine o kutuya koyacaklarını sanıyor ama... Sürpriz!... Elbette sonunu yazmayacağım ama şenlikli bir son olduğu tüyosunu verebilirim.  Çizimler çok eğlenceli, detaylara çok dikkat edilmiş. Her sayfada önceki sayfalarda hikayeye kaç hayvan katılmışsa hepsi birden resmedilmiş ve her sayfada her hayvan başka bir durumda çizilmiş. Örneğin 7 sayısının belirtildiği sayfada 1 örümcek, 2 lemur, 3 saksağan, 4 tilki, 5 kedi , 6 köpek ve 7 ayı var. 8 sayısının vurgulandığı sayfada bunlara 8 tane deniz papağanı ekleniyor ama mesela bir önceki sayfada sandalye taşıyarak gelen ayılar bu sayfada masayı düzenliyorlar.
Yabancı dilde kitapların eğer bir tekerlemeye dayanıyorsa Türkçe’ye de tekerleme gibi çevrilmesi, farklı dil yapılarından dolayı ciddi zorluklar içeriyor. Kitap bu zorluğu aşmış diyebilirim. Çeviri Tülay Dikenoğlu Süer’e ait.
Selin kitabı ilk okuduğumuzda aynen Mualla gibi son sayfadaki timsahlardan hafiften ürkmüştü. Fakat o sayfaya gelene kadar bütün hayvanlar mutlaka yanlarında bir şey getirdiklerinden, bunun bir parti hazırlığı olduğunu anlamış ve iyi bir tahminde bulunmuştu. Uzunca bir süredir, neredeyse günaşırı, “iyi ki doğdun şarkısını söyleyelim anne” diyerek oyun hamurlarından yaptığı pastayı burnuma dayadığından olsa gerek, kitabı çok beğendi ve bir kaç gece okuttu.  Hala da arada bir okuyoruz.
Hesapta kitabın sonunu söylemeyecektimJ))
Bu aralar Türkçe yazan çocuk kitabı yazarlarını bilhassa arayıp, inceleyip, kitaplarını alır oldum. Bu alanda kendini kanıtlamış isimlerden biri olan Ayla Çınaroğlu’nun bu kitabını görünce hemen hızla göz atıp kasaya yöneldim. Ben kitabı yeni çıkmış zannederken eve döndüğümde künyesine bir baktım ve ilk basımının 1999 yılında yapıldığını gördüm. Kendime kızdım tabii. İş Bankası’nın, YKY’nin, Kır Çiçeği’nin,  Redhouse Kidz gibi yayınevlerinin çeviri kitaplarına o kadar çok takılmışım ki, gerçekten çok az sayıda olan yazar ve çizerlerimizin kitaplarını fark etmemişim.  Ha diyeceksiniz ki, hepsi de bir heves alınacak şeyler değil. Haklısınız. Bazen  “bu kitabın basımında kullanılan kağıda, boyaya,  matbaadaki işçinin emeğine yazık yahu!” dedirten kitaplarla da karşılaşıyor insan. Ama bu kitap bence az sayıdaki güzel örneklerden biri.
Tembel Fare Tini Dizisi’nden bahsediyorum. Uçanbalık Yayınları'ndan çıkan ve dizinin 2. kitabı olan PEYNİRLİ BÖREK’ten.  Balkan kökenli biri olarak böreğin hele ki peynirli böreğin damağımda özel bir yeri vardır. Hal böyle olunca kitabın daha içine bile bakmadan adına bayıldım. Bir de sayfaları çevirdikçe hem hikayenin sevimliliği hem de Mustafa Delioğlu’nun şahane çizimleri bizi çok etkiledi. Bence Miki Fare’den bile daha sevimli ve daha şahsiyetli bir küçük fare.  Çizgi filmi yapılsa mesela, acayip tutar diye düşünüyorum. Selin Tini’ye bayıldı bayıldı. Kitabın çok hoş bir espriyle bitmesi üzerine de  “Ne kaday da tembelmiş anneee!” diye hafiften şımararak gevrek gevrek güldü.  Hararetle tavsiye ediyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Bazı Turistik Tesisler

Geçen yıl yaz sonu bazı turistik tesislerle ilgili bir yazı yazmış ama ben bloga aktarana kadar yaz bitivermişti. Nihayet! İşte daha önce söz verdiğim üzere, geçen sene gittiğimiz, kaldığımız tesislerle ilgili bir kaç (!) satır...
Turunç Loryma Otel: Bunca yıllık turizmciyim, hani şu son 4-5 yılda açılan en yenilerini bilemem tabii ama gördüğüm en geniş apartlar burada. Apartların hiçbirinin pencerelerinden veya balkonundan diğerlerini görmek mümkün değil. İsteyen balkonuna çıkıp üstsüz bile güneşlenebilir yani.  Turunç koyunun yapısı gereği sahilden uzak ama 30-45 dakikada bir olmak üzere servis var. 5-6 dakikada sahildesiniz. Bir traktörün çektiği, üstü tenteli, oradakilerin çekçek dediği şeyle sahile inip belediyeye ait plajdan günlük gayet makul bir ücret ödeyerek (sanırım 10 veya 15 TL idi) denize girmek ya da tesisin havuzundan yararlanmak mümkün. Tesiste yemekler açık büfe ve bilhassa kahvaltısı çok çok iyi. Denize uzaklığının dışında olumsuz tek tarafı, dik sayılabilecek bir yamaca kurulduğundan apartların büyük kısmına ulaşmak için biraz yokuş çıkmak gerekiyor. İyi tarafı çocuklu ailelere ve yaşlı çiftlere en yakındaki apartlardan yer veriyorlar.  Çocuk klübü her gün belli saatler arasında açık ve çocuk havuzuna yakın. Çocuklar Türkçeyi gayet iyi konuşan genç bir Alman kadın gözetiminde oyunlar oynuyorlar. Tesiste bir de mini çiftlik var. Teoman yaz okulundayken Selin’le neredeyse her gün kahvaltıdan sonra çiftliğe gidip hayvanlara bakmıştık. Selin o zamana kadar sadece kitaplarda gördüğü atların, eşeklerin, ineklerin ne kadar büyük olduklarını görünce önce fena halde korktu. Sonra buzağıların yanına gittik, onlar bile büyük geldi ama en azından buzağıların yanında kucağımdan inebildi. Sonra koyun ve keçilerin olduğu ağıla gittik. Orada da sanki ayağına diken batmışta çıkmıyormuş gibi durmaksızın bağıran kuzuları ve keçileri görünce bir tuhaf oldu. Ama sanırım en büyük şoku temizlik konusunda yaşadı. İlk gün çiftlikten ayrılıp tesise doğru yürürken (bu arada çiftlikle tesisin arası taş çatlasın 40-50 metre) “buyası biyaz pis anne” dedi. Kitaplarda hep tertemiz ve sevimli renklerde çizilmiş hayvanları görüyor, şaşırdı tabii  yavrucak. Ertesi gün “çiftliğe gidelim mi?” diye sorduğumda önce kesin bir tavırla “hayıy, oyası pis” dedi, sonra biraz düşündü, dayanamadı ve “ebet ebet gideyim, kuzuyaya meyama diyeyim anne” dedi. Apartta kahve makinesinin bile olduğu bir mutfakta yavrunuza isteğinizi pişirip yedirebilmek hoş bir ayrıntı ama tatilde sizi ne kadar dinlendirir, bilemem:) Fiyatlara gelince; tesisin sunduğu imkanları, mutfağının başarısı ve mini çiftliği gözönüne alındığında çok makul kalıyor.
İzmir Balçova Termal Tesisleri: Ne çocukla ne de çocuksuz gidilebilecek bir yer. Kuruluş amacına uygun olarak sağlık sorunları olanlara hitap eden bu yüzden de ağırlıklı olarak 60 yaş ve üzerindekilerin kaldığı, içeri girdiğiniz andan itibaren ruhunuzun kasvetle sarmalandığı bir tesis. Yemekler sıradan bile değil. Halbuki İzmir’in en uyduruk lokantasında bile Ege’nin lezzetlerini tatmak mümkün. Zorunlu değilseniz gitmeyin diyorum ve daha fazla yazacak bir şey bulamıyorum, maalesef.
Belek Club Ali Bey: Çocukla(rla) gönül rahatlığıyla gidilebilecek bir hayli tuzlu fiyatı olan ama buna değen bir tesis. Üstelik seyahat acentalarının erken rezervasyon sistemiyle gayet uygun koşullarla ödeme yapmak mümkün. Aquapark sebebiyle çocuk ve engelli dostu denen tesislerden. Öyle çook geniş bir alana kurulup her bir ünitesi oraya buraya serpiştirilmiş tesislerden değil, gaayet derli toplu. 13 tane konak var, bazıları 3, bazıları 2 katlı. Tesisin her birimine girişte çocuk ve engelli arabaları için rampalar var. Bir büyük havuz, bir sessiz havuz (suda oynamak için değil de benim gibi kesintisiz yüzmek isteyenler için düşünülmüş) ve bir çocuk havuzu var. Aqua Park tesisin diğer ucunda. Bu da gürültü faktörünü ortadan kaldırıyor. Birimlerin yerleşimi, konakların yapısı kısaca tesisin tasarımı çok başarılı. Her şey Osmanlı konsepti üzerine oturtulmuş fakat katiyen insanı baymıyor. 
Yemeklere gelince; çok ama çok zengin ve lezzetliydi. Bilhassa Türkiye’ye döndükten sonra Ankara’da bir tane bile gerçek Çin Lokantası bulamamış ve Çin mutfağını çok seven birisi olarak epey canımı kandırdım. Selin’e neredeyse her öğün farklı bir balık yedirdim. Maalesef tatlı bölümü acayip başarılıydı ve doğal olarak iki kilocuk alıp döndüm. Ana Restorantın dışında bir de sahilde denize nazır bir restoran vardı ki her gece orada yemek yemediğimize çok pişman olduk. 
Animasyonların ve ekibin ne kadar iyi olduğundan daha önce bahsetmiştim, sanırım. Tesisin, çevreye duyarlı bir şahsiyetseniz eğer, olumsuz olabilecek tek yönü kumsalının caretta carettaların yumurtlama alanı içinde kalması –ki aslında o bölgedeki bütün oteller için aynı şey geçerli. Dediklerine göre, sıkı kontrol altında tutup eğer bir caretta yumurta bırakmışsa kumsalda hemen o alanı çevreleyip uyarı levhası asıyorlar. Biz şahit olduk. Bir gün önce kumsalın o bölümünde hiç birşey yokken ertesi gün hemen çevrelenmiş bir alan ve levha vardı. Bu uygulamanın ne kadar yeterli olduğunu anlamak için o bölgede bırakılan yumurtaların ne kadarının yaşadığına dair istatistik tutulmasını, eğer eskaza böyle bir istatistik tutuluyorsa her yıl ilan edilmesini istemek gerekir bence. Bir dolu lafı edilen bunca ihtimam bir işe yarıyor mu yaramıyor mu görmek lazım, dii mi?
Tesisle değil ama Belek’le ilgili önemli bir  husus; katiyen serinletmeyen ve dalgalar yüzünden adamı serseme çeviren denizden hoşlanıyorsanız sorun yok, ne ala! Ama eğer benim gibi, deniz dediğin soğuk olur diyenlerdenseniz, havuza mahkum kalabilirsiniz.
 

16 Haziran 2011 Perşembe

Selin'in Süpürgesi

Geçen haftalarda tanıttığım kitaplardan biri olan “Süpürgede Yer Var mı?” kitabının Selin’de nasıl bir iz bıraktığını yazacaktım ya, işte yazıyorum. Ben Ankara’ya dönünce anladım etkisini. Mayıs başında İstanbul’dan döndüğümüzden beri –ki sonraki yazımın konusudur, istisnasız her gece bana İstanbul’da neler yaptığımızı anlatıyor. Sonra süpürgesiyle bir cadı ortaya çıkıyor ve önce Selin, annesi, babası ve Pakize süpürgeye biniyor. Sonra İstanbul’dan ananesini, Akın dedesini, Gülannesini, Deniz’i, teyzesini, Yasemin’i (benim yeğenim, Deniz’in annesi, Alternatif Anne’nin uzman psikologlarından), büyükannesini, dayısını, Sinan’ı, Selda’yı bindiriyor süpürgeye. Sonra uçup Brüksel’e gidiyorlar. Oradan da babaanneyi, Sina dedeyi, kardeşi Yeyo’yu (Leo), amcasını, Mayta’yı (Marta) alıyorlar. Herkes süpürgede, hem de koltuğa oturarak seyahat ediyor ve Antalya’ya gidiyorlar (Mart ayında Antalya’ya gidişimize gönderme yapıyor). Oradan da Zerrin teyzeyi, Sinan amcayı, Elif ablayı ve Murat abiyi alıyorlar. Sanki onlar Antalya’da yaşıyorlarmış gibi:) Sonra Ankara’ya dönüp bu sefer arkadaşlarını (Ada, Mira, Zeynep) ve annelerini alıyorlar, dünyayı gezmeye başlıyorlar. Dünyayı gezmek deyince harbiden geziyorlar. Mesela Afrika’ya gidip zürafa ve filleri görüyorlar, sonra Avustralya’ya gidip anne kangurulara ve anne koalalara yavrularını nasıl taşıdıklarını soruyorlar. Bütün bunları nereden mi biliyor? Elbette Meraklı Minik Dergisi’nden. Kitaplarda karşımıza çıkan her hayvanın nerede yaşadığını öğrenene kadar bizi rahat bırakmıyor ki. Hani göster bakalım, Afrika neresi desek o günkü ruh haline göre sokağın karşısındaki boş araziyi gösterebilir tabii:)   
Ebevynler olarak çocuklarımızın hayal dünyalarını uçsuz bucaksız bırakabilmek, onları sağlıklı ve iyi beslemenin çok önemli bir yolu bence. Bu, aynı zamanda, günümüzde çok yoğun biçimde yaşanan zihinsel tıkanıklık ve vasatlıktan kurtulabilmenin de tek çaresi.

Not: Yukarıdaki fotoğrafı 12 Eylül 2009 tarihinde çekmişim yani topu topu 20 aylıkken. O zamanlar Munise’ydi ama son 1,5 yıldır gerçek bir cadı olup çıktı:) Elindekini de modern zamanların cadı süpürgesi diyerek idare ediverin:)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Anne Olmayı Reddetmek

Çok değil 40 yıl öncesine kadar insanlar hayatlarında neyin nasıl değişeceğini hiç sorgulamadan, gerçekten isteyip istemediklerine dair bir iç hesaplaşma yaşamadan, biraz “içgüdüsel”, biraz dini bir yükümlülük, biraz da insan neslinin devamı için zorunluluk olduğundan çocuk sahibi oluyordu. Bugün gelinen noktada kadınlar artık çocuk sahibi olup olmamak konusunda bir nebzede olsa özgürler ve elbette bu özgürce karar verebilme durumu batıda bir hayli sancılı ve yüksek bedeller ödenerek yaşanan feminizm akımları sayesinde mümkün olabiliyor. Böyle bir seçimin sadece eğitim düzeyi yüksek kadınlar için sözkonusu olduğunu yazmaya gerek bile yok.
Günümüzde annelik, tercihlerin farklı olması sebebiyle çok farklı algılanıp, farklı yaşanıyor. Özellikle eğitim düzeyi yüksek kadınlar, artık ne dinin gereği ne türün devamı ne de içgüdüsel diye çocuk yapıyor. Artık kadınların, anneliği benimsemek, reddetmek ya da kendi içinde tartışabilmek gibi seçenekler yarattığı rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada elbette çocuk isteğinin içgüdüsel ve evrensel bir karşı konulamazlık içerdiğinden bahsetmek de imkansızlaşıyor.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Kayıt Altına Almak İçin...– 2, Şubat 2011

Ocak ayına inat Şubat ayında tam 3 doğum günü birden kutladık. Demir’le Mira’nın doğum gününü aynı gün kutladık, üstelik. Yoğun ve yorucu bir programdı ama çok eğlenceliydi. Öğlen Mira’nın doğum gününü Binbir Çiçek Çocuklar Evi’nde, Selin’in sevgili Serkan abisinin Mira için özel olarak hazırlayıp anlattığı “Davulumdan Masallar”la kutladık. Pastalarımızı yedikten sonra Banu’lara gidip Demir’in saat 16.00 başlayacak olan doğum gününü beklerken sohbet ettik. Yukarıdaki fotoğraf Mira’nın doğum günü sırasında Nilsu’nun annesi sevgili Özlem tarafından çekildi. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.
Demir’in doğum gününün yapıldığı yerdeki top havuzunu görünce kendinden geçen Selin’i, eve dönme vakti geldiğinde arabaya kucaklayarak götürmek zorunda kaldım. 1-2 dakika kadar ağlamaya devam eden meleğimin sesi kesilince anladım ki yorulmuş ve uykuya dalmış.
Şubat ayının son doğum günü sarı şekerimiz Arda’nındı. Yine gönüllerince eğlendiler. Doğum günü öncesi sabah kızlarımızı tiyatroya götürmeye karar vermiştik. Ama Selin’in huysuzluğunun arşa vurduğu bir sabahtı ve gitmiciim diye tutturdu. Uzun süren ikna çabalarım sonucu, Umur-Ada ve Nes-Zeynep’le AnkaMall’de öğle yemeği yiyebildik. Zeynep’le birlikte yemek sonrası bir de 3-4 turluk tırtıl sefası yaptılar. Arda’nın doğum gününde top havuzu yine Selin için en favori yerdi ama neyse ki bu sefer ağlamadan vedalaşabildi.
Bu çocuklar ne zaman bu kadar büyüdüler yahu!

13 Mayıs 2011 Cuma

Selin’in Kitaplığından...- 37, 38, 39

Önceki haftalarda boş geçen cumaların aksine bugün bu blog kitaplarla dolu. Haftanın ilk kitabı Selin’in yaklaşık 1,5 ay boyunca neredeyse her gece okuttuğu, İstanbul’a giderken “bu kitaptan mutyaka kaydeşime de aymam geyek” dediği, Ferit Avcı’nın Kök Yayıncılık’tan çıkan KIRMIZI FİL’İ GÖRDÜNÜZ MÜ? kitabı.
Küçük bir oğlan bir sabah kalkınca duvarındaki resmin eğri durduğunu fark eder. Resmi düzeltmek isterken Kırmızı Fil’in resimde olmadığını görür ve aramaya başlar. Evde bulamaz. Mavi Balina’ya, Sarı Zürafa’ya, Mor Kedi ve Pembe Fare’ye son olarak da Yeşil Karga’ya sorar. Verdikleri cevaplardan Kırmızı Fil’in saklambaç oynarken kolayca bulunmaktan çok üzüldüğünü ve bu yüzden gittiğini anlar. Sonra kapı çalar ve Kırmızı Fil çamur içinde, üzgün ve yorgun eve döner. Küçük çocuk çok sevinir onu hortumundan öper. Kırmızı Fil resme, diğer hayvanların yanına geri döner ve uyur. Geriye tek bir sorun kalmıştır. Küçük çocuk, yerdeki ve duvardaki ayak izlerini annesine nasıl anlatacaktır?
1995 yılında Kültür Bakanlığı’nın “Eflatun Cem Güney Çocuk Kitapları Yarışması’nda birincilik ödülünü kazan bu kitabın öyküsünün çok sevimli olduğunu, çizimlerinin abartısızlığını, renklerin canlılığını, yalın ve akıcı dilini bilhassa vurgulamak lazım. Selin daha ilk okumada kitabın hikayesini aklına yazdı. Günlerce olan her olayda ya da duyduğu her sözde kitaptaki karakterleri hatırlattı, göndermeler yaptı. Son iki üç haftadır başta Poldi olmak üzere –ki önümüzdeki hafta o seriyi de tanıtacağım, ilgisi başka kitaplara kaymış olsa da bazı akşamlar uyku öncesi okunacak 2. ve/veya 3. kitap olarak seçip, başucuna koyuyor.
Elbette İstanbul’a gitmeden önce kitabı epey bir aramak zorunda kaldım, öyle her yerde hemen bulmak mümkün olmadı. Sonunda da sipariş vererek edinebildim. İstanbul’da da önce kitabı verip vermemek konusunda epey bir tereddüt etti, sonra ben “seninki Ankara’da” diyerek ikna ettim de sevinçle verdi kaydeşine:) Bir de emirle karışık yorum yaptı verirken. “Ben bu tipakı çok seviyoyum Deniz, sen de oku hemen.”:)

İkinci kitabımız, Yıldırım’ın (Türker) şahane çevirisiyle Popcore Çocuk Kitapları’ndan çıkan, Julia Donaldson - Axel Scheffler ikilisinin İngiltere’de 2001, Türkiye’de 2007 yılında ilk basımı yapılan kitabı, SÜPÜRGEDE YER VAR MI?
Cadının biri süpürgesinde kedisiyle birlikte uçarken – ki ben, Pırtık Tekir olduğundan fena halde şüpheleniyorum:), rüzgar çıkar ve şapkası uçar. Aramak için yere inerler. Şapkayı meraklı bir köpek bulur ve süpürgede yer olup olmadığını sorar.”Var!” der cadı ve yola devam ederler. Sonra cadının saçındaki kurdele düşer, yere inerler. Bu sefer kurdeleyi bir kuş bulur. O da aynı soruyu sorar. Ona da “Var!” der. Bu sırada yağmur başlar. Cadının sihirli değneği elinden kayar, sazlıklara düşer. Onu da bir kurbağa bulur. O da süpürgeye binmek ister ve biner. Kurbağa sevinçten zıp zıp zıplarken süpürge kırılır ve hepsi birden bataklığa düşer. Bataklıkta kötü kalpli bir ejderha cadıyı yemek ister. Ama diğer hayvanlar birbirlerinin üstüne çıkarak, çamura bulanarak ejderhaya korkunç bir dev gibi görünürler ve cadıyı kurtarırlar. Cadı buna çok sevinir.
Kazanını ateşe koyar ve her birinden kazana bir şey atmasını ister. Sonra bir şeyler söyler ve birdeeen... Cadı, kedi ve köpek için koltuğu, kuş için yuvası ve kurbağa için duşu olan muhteşem bir süpürge belirir. Süpürgeye biner, giderler.
Bu kitabı yılbaşında almıştım Selin’e ama ortaya çıkartmak için biraz bekledim. Daha önce okuduğumuz ejderhalı kitaplarda bir canlıyı yemeye çalışan kötü kalpli (!) bir ejderha yoktu ve o sahneye ait resim Selin için biraz korkutucuydu. Akşam uyumadan önce okumak riskli olabilir düşüncesiyle İstanbul’a giderken yolda okumak üzere yanıma aldım. Tek kelimesini bile değiştirmeden aynen ama çok yumuşak vurgularla okudum. Kitabın korkutucu tek sayfasında da “Aa, ne komik olmuşlar, baksana!” diyerek çamurdan yaratığın aslında süpürgedeki hayvanlar olduğunu çabuk farketmesini sağladım. İyi ki öyle yapmışım. Çamurun içinden hayvanları seçince gerilmiş suratı hemen değişti, çok rahatladı ve küçük bir kahkaha attı.
Bu kitabın Selin’deki etkilerini, önümüzdeki günlerde ayrı bir yazıyla aktaracağım.

Haftanın üçüncü ve son kitabı, çizimleri Alessandra Roberti’ye ait olan, Anna Milbourne’un yazdığı, Umut Hasdemir’in çevirdiği bir Tübitak kitabı, ÇİFTLİKTE. Bir kaç kitabına göz atanların hemen fark edebileceği üzere, A. Milbourne’nun kitaplarında bir hikaye, hikayenin kahraman(lar)ı filan yok. Bildiğimiz öykücülerden değil. Ama ister çiftlik yaşamını, ister yağmurun nasıl yağdığını, isterse dinazorları anlatsın, dili her zaman yalın, sakin, ve öğretici. Kitabın çizimlerinden de özellikle bahsetmeli. Daha güneş doğarken çiftlikten ayrılıp otlamaya giden ineklerin serin havadaki sıcak nefeslerinden tutun da havanın sabah ayazındaki nemine, sağılırken dönüp arkasına bakan inekten, çocukların kuzuya biberonla süt verirkenki şefkatli bakışlarına kadar her şey sanki karşımızdaymış gibi capcanlı resmedilmiş. Öyle çok karakteristik, değişik bir havası yok çizimlerin. Diğer yandan kitabın bir şeyler öğretme hedefine yani içeriğine, öyküsüzlüğüne de çok uygun düşüyor.
Selin doğrudan bir şeyler öğretmeyi hedefleyen kitapları sadece bir kaç kez okutuyor, o kadar. Bir süre sonra sıkılıyor. Bu yüzden Tübitak kitapları kesinlikle uyku öncesinde okunacak kitaplar değil, onun için. Bu tarz kitapları eğer resimlerini beğendiyse, gün içinde yanyana oturarak, kitaptaki her şeye bir isim vererek, arada bir onları konuşturarak yani mutlaka bir hikaye yaratarak okumayı seviyor. Kitabı geçen sene bahar aylarında okuduğumda o kadar ilgilenmemişti. Sonra yaz boyunca kitaba bakarak uydurduğu hikayelerini geliştirdikçe kitapla daha çok ilgilenir oldu. Her an her dakika okumak istediği kitaplardan değil elbet ama bu biraz da yaşla ilgili. 5-6 yaşına geldiğinde bu tarz kitaplara olan yaklaşımının büyük ölçüde değişeceğini düşünüyorum ve Selin yaşında çocuğu olan annelere, çocukların kendi hikayelerini uydurabilmelerine imkan verdiği için kesinlikle tavsiye ediyorum.

Not: Dün gece 00.01'den beri yazımı bloga aktarmaya uğraşıyordum. Bütün gün beni deli eden blogger'daki sorun nihayet çözüldü de akşamın bu vakti muradıma erdim:)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Kayıt Altına Almak İçin...– 1, Ocak 2011

Şimdi baştan söylüyorum, bu başlığı taşıyan yazılar, Selin’in kişisel tarihini kayda almak için yazdığım yazılar olacak. Yani eğer 2011 yılının ilk dört ayında Selin’in ne yaptığını, ne ettiğini merak etmiyorsanız bu yazıları okumasanız da olur. Ben gecikerek de olsa es geçmeyeyim, iki satır özet yazayım dedim. Ne kadar iki satır yazabilirsem artık:)
Yazıya ilk olarak aslında benim alıp ağacın altına yerleştirdiğim, bunlar İstanbul’dan, bunlar Brüksel’den geldi diyerek Selin’in açmasını beklediğim yılbaşı hediyelerine verdiği tepkileri fotoğraflarla belgeleyerek başlamak istiyorum. Artık o kadar çok şeye aklı eriyor ki sabah sabah henüz afyonum patlamamışken ve daha bir tane bile paketi açmamışken beni yine şaşırtmayı becerdi. Zaten bir gece önce yemekleri ve müziği rezalet olsa da, dostlarımızla birlikte geçirdiğimiz için çok mutlu olduğumuz güzel bir yılbaşı akşamı yaşamışız ve hala kendimize gelememişiz, hatun paketleri görüp heyecanla hemen açacağına, bana dönüp “bu hediyeyey nasıy geydi anne, ne zaman geydiyey anne, kim getiydi bunnayı anne?” gibi sorular sordu. Nihayet paketleri açınca da hangisiyle oynayacağını, okumaya hangi kitaptan başlayacağını şaşırdı.
Ocak ayının en gözde faaliyeti çok sevgili arkadaşı Ege’yle komşu olmamızın avantajını kullanarak yaptıkları akşam ziyaretleriydi. Çoook keyifli saatler geçirdiler.
Vakti zamanında yazılması elzem olduğu halde bir türlü yazamadığım ama 4 ay sonra bile olsa blogda mutlaka olması gerektiğini düşündüğüm meleğimin doğum günleriyle Ocak ayına noktayı koyacağım. Ayrıntılı bilgi almak ve şahane fotoğraflar görmek isteyenleri Umurcuğumun bloguna davet ediyorum.
Bu sene Ada’yla birlikte 24 yerine 22 Ocak’ta kutladı doğum gününü meleğim. Üzerinde geçen yılki doğum gününde Ela’nın hediye ettiği elbisesiyle çok şekerdi.
Canım arkadaşlarıma biraz erken gelmelerini söylediğim çok iyi olmuş. Çünkü resmen beni topladılar (bkz. fotoğraf). Onlar olmasaydı geçen seneki gibi yavruların resimlerini kullanarak yaptığım duvar süsünü asmamız mümkün olamayacaktı.
Bu sene sürpriz yaparak doğum gününe gelen ve “amanin bu kadar çocukla nasıl otururum, ben sonra yine gelirim şekerim” diyerek evine dönen, merhaba-hoşçakalın arasında hızlıca resimlerini çekebildiğim pisi anneannesiyle –ki Teo’nun anneannesidir, mutluluk pozları verdi kızım.
Bu senenin yeni modası da suratını şekilden şekile sokarak poz vermek.
Neredeyse bütün oyuncakların birer birer salona getirilip oynandığı bol gürültülü, bol kahkahalı ve inanılmaz ama bol sohbetli bir doğum günüydü. Gelip mutluluğumuzu paylaşan bütün arkadaşlarıma gecikerek de olsa kocaman teşekkürler ediyorum.
Meleğimin hediyesini açtığında suratının aldığı ifadeden çok sevindiğini görünce pek bir rahatlayıp “Aman aman, nihayet kız çocuğu olduğunu hatırlayıp bebeklerle oynamaya başlayacak galiba” diye düşünmüştüm. Maalesef bir hafta içinde hevesini alıp bu bebeğini de diğer bebeklerinin yanına koydu ve yine müzik aletleriyle oynamaya, boya ve kalemlerinin arasında kendini kaybetmeye devam etti.
Arkadaşları gittikten sonra başbaşa kalan kızlar çetesinin azgınlıklarını Umur harika fotoğraflarıyla belgelediğinden burada uzun uzun yazmıyorum. Selin o gün yine bir ilki gerçekleştirdi ve doğum günü şerefine ilk defa lolipop yedi. Sadece fotoğraflara bakıp aklımda kalanları netleştirirken Mira ve Banu’yu ne kadar özlediğimi buraya yazmadan edemedim.

Umurcuğumun lezzetli kurabiye, börek ve kek tariflerini yemek blogumdan okuyabilirsiniz. Doğum gününün diğer ikramları da burada.
Bu sene artık kreşe giden bir çocuk olduğundan bir de orada doğum günü kutlaması yapıldı Selin’e. Selin’in en sevdiği renk diye mavi elbiseli bir bebek hediye etmişler. Bu bebekle de topu topu 3 gün oynadı ve onu da diğer bebeklerinin yanına koydu. Anlattığına göre parti çok eğlenceli, pastası da çok lezzetliymiş:) Kreşin kuralları gereği ben sadece pasta tedarikçisi rolünü oynadım ve partiye katılmadım. Hem kreşte o yaş grubunda az sayıda çocuk olduğundan hem de sağlıklı olmasını istediğimden pastayı kendim yaptım. Tarifi için bkz.

8 Nisan 2011 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 35, 36

Bu hafta, geçtiğimiz aylarda çeşitli ve elde olmayan sebepler ve en önemlisi benim Cuma günü takıntım yüzünden tanıtamadığım iki kitap var. İlki T. İş. Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan, Sharon Rentta’ya ait MAVİ FİL TOMBİK. Bisiklete binmeyi bilmeyen ve arkadaşlarından habersiz öğrenmeye çalışan sevimli mi sevimli bir filin hikayesi. Arkadaşlığın değerine ve bisiklete binmenin ne kadar eğlenceli olduğuna dair çok güzel bir kitap. Çizimleri sıcacık, dili son derece yalın. Biz çok beğendik. Selin Tombik’in bisikletten düştüğü her sahnede “anne çok çok acımış gayiba” deyip üzüldü ama bir sonraki sayfayı gülerek inceledi. Selin’in tutkunu olduğu kitaplardan olmasa da raftan alıp “bunu okuyayım anne” dediği bir kitap. Bir Dolap Kitap’taki tanıtımı da hatırlamak isterseniz buyurun...

Haftanın diğer kitabı Redhouse Kidz’den Rachel Chaundler’in yazıp Bernaldo Carvalho’nun resimlediği DEVEKUŞU DUDU. Muhteşem Kuyruklu Dudu, kuyruğuna bir şey olmasın diye geceleri başını kuma gömüp uyur ve bir sabah başını kumdan çıkaramaz. Başı sıkışmıştır ve kimseye sesini duyuramaz. En sonunda annesi, babası, arkadaşları hep birlikte Dudu’nun başını kumdan kurtarır ama bedeli ağır olur. Artık Dudu’nun kuyruğu yoktur. Günışığının kuyruğundan bile güzel olduğunu zor bir yoldan öğrenen Dudu şöyle der: “Yalnızca devekuşlarının en sersemi, başı kuma gömülü uyur geceleri!” Gündüzleri bile çoğunluk başı kuma gömülü insanların yaşadığı pek sevgili memleketimde bu hikayeden ders çıkarabilecek kaç yetişkin vardır, merak ediyorum doğrusu!
Selin kitabın renklerini biraz koyu, sanırım biraz da donuk buldu ama hikayeye bayıldı. Kitabın renklerine alışması biraz vakit almış olsa da hikayeyi sevdiği için arada bir okuyoruz. Bu “arada bir” lafını, kitap eh, şöyle böyle diye değil, okunacak daha çok kitap olup sıra bu kitaba arada bir geldiği için kullandığımı da belirteyim.

5 Nisan 2011 Salı

Uzuuun Bir Aranın Ardından...

Bu kaddaar uzun bir ara verdikten sonra yeniden yazmaya başlamak zormuş gerçekten. Nereden başlasam bilemiyorum. Her şey birden aklıma üşüşüyor ve sıraya koymaya bile vakit bulamayacağım bir dönemden geçiyorum. En iyisi son durumdan geriye giderek yazmak.
Bendeki son durum şu: Yüksek lisansımı bitirdikten yaklaşık 8 sene sonra –ki bu 8 sene içinde evlendim, işimi ailemi arkadaşlarımı aziz İstanbul’umda bırakarak yaban ellere göçtüm. Sonra memleketin bozkır ortası güzide (!) Ankara’sına dönüp, şimdilerde 4 yaşından gün alan ve gittikçe daha da cadılaşan bir sevimli kız doğurup öylecene evde kala kaldım, düşünüp taşınıp Ankara’da gönlüme göre yapacak iş bulamayıp, yıllardan beri içimde ukte olan bir deliliğin içine girmeye, evet evet anladınız, doktora yapmaya karar verdim. Güzel memleketimde eğitimde bu aşamaya gelen insanlar dahi, adına ALES denen lise matematiğiyle dolu, dünyanın en garip sınavlarından birine girmek zorunda olduğundan, pazarda, manavda alışveriş yaparken bile işime yaramayacak bir dolu matematik formülünü hatırlamak zorundayım. Yani kısacası, evde oturmuş test çözüyorum. Bloglar açıldığından beri bir merhaba diyemeyişim de bu yüzdendir.
Eko anne Esra’nın Selindrella’sı, eski kod adıyla Munise yeni kod adıyla Zıpırellamız ise bir fasulye sırığı olarak bizi delirten keçiler üstü inadına, operacı mı olacak? dedirten ve bilhassa çok sevindiğinde veya fena halde helecanladığında koyverdiği yürek hoplatan çığlıklarına, son iki haftadır akşamları uyumamaya ve doğal olarak sabahları kalkamamaya vee elbette elinde kalem, bütün duvarları şaheserleriyle doldurmaya devam ediyor.
Selin’in arşa vuran müzik aşkının şimdilerdeki tezahürü olarak son talebi ise bir keman. Her hafta sonu gitmeye çalıştığımız Serkan Kırmızı’nın Binbir Çiçek Çocuklar Evi’nde düzenlediği “Davulumdan Masallar” adlı gösterisi ve davul atölyesi de Selin’in müzik yapma (?) aşkını kesemediğinden kemanın ardından çello, kontrbas, trompet, saksafon filan isterse şaşırmayacağım. Nasıl olsa her sabah ve her akşam başta davul ve org olmak üzere evdeki her şeyin müzik aletine dönüştüğü çılgın konserler dinlemeye alıştık artık. Konserlerinin açılış cümlesi de şu: Hoşgeydiniz güzey insanyay! (Garfield’ın Komedi Festivali filminden) Bugün biyikte Deyi Danayay Oykestyası’nı izeyeceyiz!
Ahhh Sırma ahh! Başımıza ne işler açtın!:))

Not: İlk fotoğraf, Su damlam, Adacığımın annesi, canım arkadaşım Umur’dan. (Papazın Bağı)
Diğerlerini ise Mart ayında 5 günlüğüne gittiğimiz (ayrıca yazacağım) Kemer’de çektim. (Ramada Otel)

23 Şubat 2011 Çarşamba

İşteeeee, Moliii veee Olaaaaf!

İtiraf ediyorum, yine hastaydım hatta hala hastayım. Neyse ki ekrana bakabilecek kadar düzeldim. Öncelikle size evimize geleli neredeyse iki hafta olan dünya sevimlisi iki karakteri tanıtmak istiyorum.
İşteeeee, karşınızda da da da da... Moliii ve Olaaaf!...
             
Bir Dolap Kitap’tan sevgili Banu’nun kendi şirinliğini aynen yansıttığı bu iki sevimli karakterle ilk kez Dolap’ta tanışmıştık. Bütün anneleri pek bir heyecanlandıran kitap çekilişinden sonra Banu’nun cincücebobinhizmetleri başlıklı bloguna bakarken yine gördüm onları. “Amanin, bunlar ne güzel olmuş” derken, öğrendim ki Banu işini bırakmış ve bu karakterleri çizmeyi kendine iş edinmiş. Ne kadar da iyi etmiş. Hiç durur muyum, tabii hemen iki tanesini (bkz. resimler) beğenip aldım, Selin’in odası için.
             
Bir kaç gün sonra Selin eve gelip yatağının üstündeki paketi görünce pek bir helecanlandı. “Anne bu ne, hediye mi bana?” derken paketi açmıştı bile. Resimleri o kadar beğendi ki, bakıp bakıp kahkahalar attı. Yatana kadar onlarla konuşup odasını, oyuncaklarını, kitaplarını tanıttı. O gece Moli, Olaf ve Selin birlikte koyun koyuna uyudular. Ancak derin uykuya geçtiğinde elinden alabildik resimleri.

Banu’nun bloguna mutlaka bir bakın, derim. Eminim siz de kuzucukların odalarına uygun bir "Moli ve Olaf" bulabilirsiniz.

Bu arada için rahat olsun, Banucuğum. Selin, Moli ve Olaf’a çoook iyi bakıyor. Her sabah “günaydın Moyi, günaydın Oyaf” diyerek güne başlıyor. Bir de bazen yatmadan önce "bu akşam şu tipakı seçtim (bu sırada kitaplığın üstündeki resme seçtiği kitabı gösteriyor). Annem okuyken siz de dinyeyin bakayım!" demesi yok mu?:)

21 Şubat 2011 Pazartesi

Bugün Dünya ANADİL Günü

Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere, blogumun yapısına uygun olmadığı için burada yayınlayamadığım, bugünün mana ve önemine dair yazdıklarımı Alternatif Anne'de okuyabilirsiniz. 

"Yazıya başlarken, başka anaların dillerini çocuklarının da kendilerinin de özgürce konuşabilmesi gerektiğine olan inancımı tekrarlamama gerek yok, elbet. Bu inancımı her gün tazeleyen şey de, kendi anadilimizi kullanmaktan gitgide ne kadar uzaklaşmaya başladığımızdır. Bu tespiti, uzak ya da yakın içinde yaşadığımız toplumun geçirdiği değişimin doğal bir sonucu olarak görüp “E, olacak tabii. Dil yaşayan canlı bir varlıktır, değişir, değişmelidir...” gibi klasik laflara sığınmak artık mümkün olmadığı için önemli görüyorum." Devamı burada 


14 Şubat 2011 Pazartesi

Alternatif Anne'de Yazdıklarım

“2010’un Z Raporu” başlıklı yazımda Alternatif Anne’deki tarifleri benim yazdığımı, yeni yılla birlikte temalı yazılar da yazacağımı beyan etmiştim ya, hani. İşte, bu ayın temasına uygun olarak yazdığım yazım.

“Aşk ve Hikayeleri Üzerine...”
Hiç dikkatinizi çekti mi bilmem ama nesiller boyu anlatılan tüm aşk hikayeleri aslında birer mutsuzluk destanıdır. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Romeo ve Juliet ve hatta yakın dönemin en meşhur hikayesi, Romeo ve Juliet’ten ilhamla yazılmış Batı Yakasının Hikayesi...Hepsinde anlatılan, bir türlü kavuşamayan ve birbirine hasret giden sevgililerdir. Belki de bu aşk hikayelerini ölümsüz kılan da bu yönleridir. Filmler dışında sonu mutlu biten ve kuşaktan kuşağa aktarılan bir mutlu aşk hikayesi hiç bilmiyorum ben. Bu noktada aklıma iki soru geliyor. Mutlu aşk hikayeleri zaten herkesçe yaşanan ve dolayısıyla anlatılmaya, yazılmaya değer özel bir tarafı olmayan hikayeler midir? Yoksa aşk denen şeyin kendisi bir hikaye midir?... Devamı burada

Bu da Ocak ayının yazısı.

“Evin Halleri”
EV vardır, huzurludur, mutludur. Ev vardır bazen çocukla bazen yakınmayla bazen kahkahayla bazen de ıvır zıvırla dolu doludur. Ev vardır tertemizdir ama içindekilerin içi değildir. Ev vardır dağınıktır ya bir çocuk/genç yaşar ya da içindekiler çok rahattır. Ev vardır sığınırsınız, ev vardır sığamazsınız. Ev vardır her kafadan bir ses çıkar ama hiç bir şey duymazsınız. Ev vardır sessiz çığlıklardan uğuldar kulaklarınız... Devamı burada

Okumayan kalmasın!:)

9 Şubat 2011 Çarşamba

Tuvalet adaptörünü evde unutanlar için süper pratik çözüm!

İki hafta önce cumartesi akşam üzeri, bilumum ateş düşürücü şurupları birer saat arayla verip bir sonuç alamayınca ve meleğimi yeniden duşa sokup işkence etmek istemeyince kalktık hemen yakınımızdaki çocuk doktoruna gittik. Rahatlayarak doktorun yanından ayrıldık ve "biraz dışarıda dolaşın" önerisine uyduk. Ardından Meleğim acıktım deyince Turta Home Cafe’ye gittik. Meleğim pek sevdiği çöreklerden yerken yanına elma suyu da istedi ve 5 dakika sonra mızıldayarak “ç.işim vaay”dedi. Elbette evden çıkarken o telaşla yanıma potette filan almamıştım. Hemen de eve dönecektik hesapta. Tuvalete oturtup sıkıca tutayım dedim, acayip korktu ve “yapmiciiim” dedi. Bacaklarından tutayım dedim, yavrucak bebekken bile böyle bir şey yapmadığım için alışkın değil tabii, kıyameti koparttı. Denemeye kalkınca anladım ki boyu 1 metreyi geçen çocuklarda bu yöntem hiç işe yaramıyor:) Baktım acayip gerilmiş vaziyette, “tutucaaaam” diye tutan inadı “eve gidelim” cıyaklamasına dönüşüyor, aklıma bir cin fikir geldi. Boşuna dememişler “en yaratıcı fikirler çaresizlikten doğar” diye.

Çözüm şu: Önce siz, sanki tuvaletinizi yapacakmış gibi bacaklarınızı açarak tuvalete, en geriye oturuyorsunuz. Ayağınızda pantalon varsa daha rahat oluyor tabii. Sonra yavruyu sırtı size dönükken kavrayıp ön tarafa oturtuyorsunuz. Sırtını koltuk misali size dayayıp kollarıyla da bacaklarınıza kolçak muamelesi yapıyor ve... bırakıveriyor. İşte bu kadar...Nasıl, iyi bir fikir dii mi? Telefonda, Gülüş’e anlattığımda “bunu hemen bloguna yazmalısın. Alternatif Anne’de “Başarı Hikayeleri” diye bir bölüm açtım, oraya da koyalım” dedi.

Bundan böyle “Hay Allah, portatif tuvaletini evde unuttum çocuğun” diye bir endişe yaşamıyoruz artık. Dağa, kıra, bayıra değil de WC’si olan bir yere gidiyorsak tabii:) Elbette, biraz önce Banu’nun yazısını okuyunca gözümün önüne gelen memleketimin teerrrrtemiz (!) WC’leri için, potette, katlanabilir adaptör ya da ne derseniz deyin o zımbırtılardan taşımak yerine, benim gayet pratik bulduğum ve her yerde kullandığım resimdeki şu ürün misali her türlü dezenfektanı yanınıza almayı unutmayın.  

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails