14 Mayıs 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-14

Bu haftanın kitabı Genç Turkuvaz Yayıncılık’tan, Nick Butterworth’ün torunu için yazıp çizdiği TRİKSİ BÜYÜCÜNÜN KEDİSİ. Triksi bir büyücünün kedisidir ve bir patisinin beyaz olduğunu hatırlamadığı zamanlarda çok mutludur. Ama o beyaz patisi gözüne takılınca fena halde kızgın bir kedi olur, bir şeyleri tekmeler, haykırır... Önceleri patisini saklamaya çalışır, sonra patisini yıkamazsa gitgide kirlenir ve beyazı kaybolur diye düşünür ama kirlendikçe kokuya ve patisine konan sineklere dayanamaz. En sonunda bir gün “madem büyücünün kedisiyim bir büyüyle bu beyaz patiden kurtulabilirim” der ve hemen bir büyü yapar. Düşündüğü olmuştur, beyaz patisi siyaha dönmüştür ama... Triksi’nin, büyücünün diğer siyah kedilerinden bir farkı kalmamıştır. İşte o zaman Triksi beyaz patisini özlemeye başlar ve özlemi o kadar büyür ki ağlar ağlar ağlar. Gözyaşlarını patisiyle sildiğinde bir bakar ki patisinin rengi açılıyor. Taa ki tekrar bembeyaz oluncaya kadar! Triksi bu duruma çok sevinir ve bir daha beyaz patisi yüzünden keyfi hiç kaçmaz, hiç bir şeyi tekmelemez, haykırmaz. Triksi artık kendi gibi olmaktan çok mutludur.
Yaklaşık dört ay önce aldığım bu kitabı Selin’le ilk okumaya başladığımızda çizimlere bayıldığını ve hikayeyle hiç ilgilenmediğini fark ettim. Hemen durdum ve çizimleri birlikte inceledik, bir çok kez. Bilhassa kahramanın kedi olduğu kitaplarda bunu hep yaşıyoruz. Kaçıncı incelemeden sonraydı hatırlamıyorum (bütün bunlar aynı zaman diliminde oluyor ama) “anne buuda n’oodu?” diye otomatiğe bağlamış halde, nefes bile almadan en az on kere sorup –ki ben ilk soruşundan itibaren kitabı okumaya başlamıştım zaten- kitabı üst üste üç kere okuttu. Sonuç olarak, Selin bu kitabın hem çizimlerini hem de hikayesini, büyü meselesini henüz anlamasa da, çok sevdi. Bu kitap da sıklıkla okunan kitaplar arasına katıldı. Kitabın çevirisi, hemen hemen tüm Paul Auster kitaplarının da(Can Yayınları) çevirmeni olan İlknur Özdemir’e ait.

11 Mayıs 2010 Salı

İstanbul Günleri 3

Valla bu İstanbul Günleri gazetelerdeki yazı dizilerine döndü. Bu sefer de Turkuazoo – Akvaryum ziyaretimizi anlatacağım ve üzgünüm, dördüncüsü de var. Ama sizi temin ederim final yazısında çok eğleneceğiniz videolar olacak.
“Hafta sonu kalabalık olur, en iyisi biz hafta içi bir gün gidelim” dedik ve perşembe gününde karar kıldık. Fakat heyhat! Kör talih diye bir şey var. O gün tam da o gün, tam 4.000 (yazı ile dört bin) ilköğretim öğrencisinin okulları da Akvaryum’u ziyaret etmeye karar verince ve benim bundan içeriye girdikten 1,5 dakika sonra haberim olunca inanılmaz gürültülü ve mücadeleli bir öğleden sonra geçirdik. Gürültü elbette çocukların hep bir ağızdan konuşmalarındandı. Gerçi, on çocuk birlikte hayret etse gürültü olmasına yetiyor zaten:) Bir de pusetle dolaşmaya çalışınca epey zor oldu.
Ama haklarını teslim etmem gerek, çocukların büyük çoğunluğu Selin’e ve diğer küçük çocuklara karşı gayet dikkatli ve kibardı. Maalesef aynı şeyi özellikle bir kadın öğretmen için söyleyemeyeceğim. Pusetle akvaryumların önünde durmamam gerektiğini bir polis edasıyla söylediği gibi, utanmadan beni haşlamaya, neden o gün orada olduğumu kendince sorgulamaya filan kalkıştı. Nasıl bir öğretmendir bilemiyorum, belki işinde çok iyidir. Ama bana hayatımda ilk defa birine “...ama iyi bir insan değilsiniz” dedirtti. Ben böyle bir lafı üstelik kızımın yanında ettim diye fena sarsıldım, uzun uzun düşündüm filan ama kadının zerrece umurunda olmadı. Halbuki hiç bir hakaret veya küfür birisine iyi bir insan olmadığını söylemekten ağır değildir, bence. Öyle hanım evladı filan  değilimdir. Turizm sektöründe 18 yıl geçirmiş, her tür küfrü duymuş ve bazılarını da dolu dolu kullanmış biriyim üstelik. Ama buraya da yazdığıma göre –baksanıza kaç satır sürdü- bayağı etkilenmişim ben ettiğim laftan.
Neyse ki kalabalık, gürültü vs. gibi etkenleri göz ardı ederek acayip güzel vakit geçirdik. Bir ara Selin uzun zaman pusette oturamayıp yürümek isteyince akvaryuma mı geldik, hamama mı girdik bilemedim:) Bakmayın siz kucağımdayken yanağıma yapışmış haline. Benim Munise kızım tarihinin en zıpır hallerini takınarak beni peşinden koşturup perişan etti.  İtiraf ediyorum, kalabalıkta bayağı tedirgin oldum.
(Sol üstteki balık vatoz, sağdakilerin de kum balığı olduğu söylendi.) 
Akvaryuma gelince; içerisi bir hayli loş hele bazı bölümler bayağı karanlık. Herhalde balıkların türleriyle ilgili bir zorunluluktur diye düşündüm. Hem yürüyerek hem de yürüyen bantla geçilebilen bir tünel yapmışlar. Köpek balığını görmek ve resmini çekebilmek için iki kere bu tünele girdik.
(Yine sol üstteki balıklar piranhalar)
İlkinde Selin neye, nereye bakacağını şaşırmış haldeydi, ayaktaydı ve bir saniye bile yerinde durmadı. Elbette Selin’i zaptetmeye çalışmaktan köpek balığı filan göremedim.
İkincisinde Selin’i pusetine oturttum ve bu sayede kocaman vatozları, köpek balığını ve yavrusunu görme, Selin’e gösterme ve fotoğraflama şansım oldu. Selin’in köpek balığını görünce ilk tepkisi hafiften korkmuş bir suratla “Oooooo!” idi.
(Yine sol üsttekiler Nemo ve akrabaları)
Akvaryumun bana göre eksik taraflarından biri balıkları tanıtan bir broşürün olmamasıydı. Gerçi her akvaryumun yanında açıklamalar vardı ama kalabalıkta, karanlıkta ne not almak ne de fotoğraflamak mümkündü. Dolayısıyla fotoğraflarını gördüğünüz balıkların isimlerini maalesef yazamadım. Bu arada adını bildiğim balıkları nedense sol üst köşeye yerleştirmişim hep:)
Sonuç olarak, Selin'in her akvaryumun önüne geldiğimizde "A-aa! Anne bak! Başşa bayık, bu büyük, bu küçük, bu kocamaan". "Bayıkya bi buydan bi oydan geyiyo (Balıklar bir buradan bir oradan geliyor)" demesi, durup durup kikirdeyerek küçük kahkahalar atması tüm yorgunluğuma değdi.  Sanırım meleğimi her yıl en az bir kere Akvaryum'a götüreceğim. Her yaşın gözüyle başka bir şeyin dikkatini çekeceğini ve her defasında yeni şeyler öğrenebileceğini düşünüyorum.

Not: İlk fotoğraf, girişte siyah bir panonun önünde, üst köşeye konmuş oyuncak köpek balığına bakmanız sağlanarak işletme tarafından çekilip foto montajla bu hale getiriliyor. Size de 15-20 TL bayılıp satın almak kalıyor.

9 Mayıs 2010 Pazar

Bana Göre Değil!

Yok! Bu, anneler günü, babalar günü, o günü ,bu günü...
Yok, bunlar bana göre değil.
Evet, annemin bana olan düşkünlüğünü anne olunca daha iyi anladım.
Evet, annemin ben doğum yaptıktan 5 gün sonra hiç beklenmeyen bir şekilde kalp ameliyatı geçiren ablamın ameliyatı sırasındaki endişelerinin ve sonrasındaki sevincinin ne demek olduğuna dair gerçekten empati kurabildim.
Evet, kızım tabağındaki elmaların birazını bıraktığında aç kaldı deyip kendimi yerken, gençliğimde gece ders çalışırken 2 dilim eksik elma yedim diye aç kaldığımı düşünüp 20 dakikada bir yiyecek bir şey getireyim mi diyen annemin sesi kulaklarımda çınlıyor.
Evet, büyük ablamın yeğenlerimle ilgili herhangi bir şey anlatırken gözlerinde beliren parlaklığı, aynada yorgun suretime bakarken kendi gözlerimde de görüyorum.
Ama yine de böyle günler bana göre değil. Çünkü ben anneler günü dendiğinde sadece bir demet çiçekle ya da bir küçük hediye paketiyle çoook mutlu olan anneleri değil,
küçücük bir kız çocuğuyken annesini kaybeden canım arkadaşımın kendisi anne olduktan sonra bile gözlerinden kaybolmayan hüzün buğusunu,
üzerine titreyerek, binbir fedakarlıklarla yetiştirdikleri biricik yavrularının ölüm haberini alınca kaskatı kesilen anneleri,
her cumartesi günü, kaybolan/kaybedilen evlatları için kara kışta, kızgın güneşte meydanlarda oturan, bir küçük bilgi kırıntısına bile dört elle sarılan, umudunu kaybetmeden dimdik ayakta durmaya çalışan anneleri,
kanıt olmadığı halde suçlu denilip çocuk mahkemesi yerine yetişkin mahkemelerinde yargılanan ve yetişkin hükümlü muamelesi gören yavruları için bir çoğumuzun duymadığı sessiz ağıtlar yakan anneleri,
çocuğuna iyi bir hayat sunabilmek ya da asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çılgınlar gibi çalışan ama bu arada anneliğini doğru dürüst yaşayamayan anneleri de görüyorum.
İçinde bulunduğu koşullar dolayısıyla çok istediği halde annelikten vazgeçmek zorunda kalan ya da mümkün olan her tedaviyi görüp, her ruhani/mistik vs. (ne derseniz deyin) yola başvurup yıllarca anne olabilmek için çırpınan kadınları da görüyorum.
Gözlerim bütün bunları görüyor, yüreğim tüm adaletsizliklere karşı duruyor ve aklım sahici olanla sahte olanı ayırt edebiliyorken...

Yok, değil. Hiç ama hiç bana göre değil...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails