30 Nisan 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-11, 12

Bu haftanın ilk kitabı Esin Yayınevi’nin ‘İlk Kitaplarım’ serisinden DENİZ CANLILARI. Son İstanbul gezimizde Selin’in epeydir süre gelen ilgisini de dikkate alarak Turkuazoo ve Dolphinarium’a gittik (yazı ve fotoğraflar yolda). Artık her gün en az on defa “unuus, bi burdan bi burdan hop hop atla” diyerek yunusların şovunu anlatıyor. Ben de Ankara’ya döner dönmez deniz hayvanlarıyla ilgili bir kitap alayım dedim ve Dost Kitabevi’nin yolunu tuttum. Çizimler abartısız ve sevimli, renkler çok canlı, her sayfada her bir hayvanla ilgili son derece basit, bir cümlelik bilgi var. ‘Ahtapotun sekiz kolu vardır’ veya ‘Denizyıldızının ağzı karnının altındadır’ gibi. Aslında bu kitabı daha önce görseymişim iyi olurmuş. Zannımca 18 aydan hatta 1 yaşından itibaren okumak uygun olabilir. Şu sıralar Selin için iyi olan tarafı o bir cümlelik bilgileri gerçekten anlaması ve tekrar ederek öğrenmesi.
İkinci kitabımız, suratına su gelmesi korkusunu tam da suratına su dökerek yani üzerine giderek çözdüğümüz Selin’in, banyo azabını azaltmak için aldığımız Pati Eğitim Gereçleri ve Elektronik Ltd. Şti’nin ‘Rüya’nın Maceraları 1’ serisinden RÜYA BANYODA. Açık söyleyeyim, banyoyla ilgili bir sorunumuz olmasaydı bu müzikli kitabı almayı katiyen düşünmezdim. Metin topu topu 14 cümleden oluşuyor ve maalesef kötü bir Türkçeyle yazılmış. Resimler de pek ahım şahım değil. Konuyla ilgili üç tane şarkı(?!) var, her biri yaklaşık 20 saniye sürüyor. Tek iyi tarafı da bu şarkılar zaten. Serinin diğer kitaplarındaki şarkıların aksine (bir kaç tanesini maalesef dinledim de...) üç şarkıdan ikisi idare eder. Biz banyodan 1-2 saat önce kitabı Selin’in görebileceği bir yere koyup şarkıları bir kaç kere dinleyerek hazırlanmasını sağlıyorduk. O zamanlar biraz da olsa işimize yaramıştı:)

25 Nisan 2010 Pazar

İstanbul Günleri 1

Anlatmaya nereden başlasam bilemedim. 3 Nisan’da İstanbul’a gittik Meleğimle. Bütün kış domuz gribiyle korkutulmuş ve fakat aşı yaptırmamaya aslanlar gibi direnmiş fena halde İstanbullu bir anne olarak “Yetti gari bozkırı bu kadar beklediğimiz. Benim 2-3 değil yüksek dozda boğaz havası almam lazım, gidiyoruz” dedim ve Selin’le yola çıktık. Yanıma giysiler ve oyuncakların yanı sıra yedek belleğime yüklediğim blog yazı ve fotoğraflarımı ve elbette fotoğraf makinemi de almıştım. 18 Nisan günü eve dönerken İstanbul’da kaldığımız sürede bilgisayarın başına sadece 3 kere ve 5 dakikalık sürelerle oturabildiğimi fark ettim. Ablamın bilgisayarı akşamları Selin’le yattığımız odada olduğundan uyku saati geldiğinde kullanmak mümkün olmadı. Gündüzleri de bütün vaktim genellikle yine Selin’le geçti. Sonuçta ne kendi bloglarımı güncelleyebildim ne de arkadaşlarımın bloglarına bakabildim.
Ama meleğimin hakkını yemeyeyim. Bu sefer yanımda olmadan ya da uyku saatine denk getirmeden 3 kere yalnız dışarıya çıkabildim. İlkinde üyesi olduğum derneğin genel kurul öncesi üye toplantısına katıldım, yıllar sonra. Selin’e “ben şimdi toplantıya gidiyorum, akşam döneceğim” dedim. Bana “taman anne dit, topyan gey (tamam anne git, toplan gel)” dedi:) ve hatta gidişimle hiç ilgilenmedi. Çünkü yeğenimin oğlu, kendisinden 8 ay küçük Deniz’le bahçede oynamaya başlamışlardı. Ben rahatça çıkabileyim diye o gün sabahtan büyük ablamlara gitmiştik ve şansımıza hava çok güzeldi. Bahçeye konulan kaydırakla ve ilk defa bindiği (ve inmek istemediği) 3 tekerlekli bisiklet turlarıyla keyfi arşa vurdu. Gidişim umurunda olmadı ama döndüğümde ‘gözüm yollarda kaldı’ bakışıyla karşıladı beni hatta sarılmak için önce biraz nazlandı.
İkinci çıkışım İstanbul’un en özel köşelerinden birine, Eminönü’ne gitmek içindi. Kaç sefer, çok istediğim halde gitmeye fırsatım olmamıştı. Benim için önceleri üniversite yıllarımın geçtiği sonrasında da turizmci olarak çalıştığım yerler olmaları sebebiyle Eski İstanbul’un çok büyük önemi vardır. Oraları bir başka severim. Bu sefer dayımın, torunu Naz için aldığı ve ballandırarak anlattığı oyuncaklardan almalıyım diyerek yola çıktım ve soluğu Yeni Camii’nin önünde aldım. Neden orası derseniz, Yeni Camii’nin önünde bir alt geçit var. Bu alt geçitte de 3-4 tane oyuncakçı dükkanı. Ankara’da sıradan bir oyuncakçıda fiyatı 18-25 TL arası değişen bir oyuncak ütüyü –ki aynı marka- buradan 10 TL’ye aldım. Bilhassa ışıklar yanan kuyruğunu sallayarak, çalan müzik eşliğinde dolaşan Nemo’ya bayıldım. Tabii Selin de bayıldı. Abartmıyorum, 2 oyuncak fiyatına 6 tane oyuncak aldım. Yok yok, hepsi Selin’e değil, Deniz’e de aldım.
Oradan Mısır Çarşısı’na gittim. Kızımın siparişi olan “badem, simme, ay” aldım. Tercümesi bildiğimiz badem fakat kesinlikle Datça bademi, Amerikan olanı yemiyor. Simme, iç antep fıstığı (ne alaka dii mi?). Ay da kaju; şekli aya benziyormuş da...
Uzun zamandır hasret kaldığım bir şeyi yapmak üzere yani en yakın arkadaşlarımla buluşmak üzere dışarıya yalnız çıkışım da sonuncusuydu. Eskiden, işin gücün arasında 5 dakika vakit bulsak bir kadeh bir şey içmeye, eş dostla laflamaya ya da iki satır bir şeyler okumaya kendimizi atıverdiğimiz, evimizin salonu gibi rahat ettiğimiz, kısacası her daim takıldığımız Beyoğlu’ndaki Kaktüs Kafe’de buluştuk ve hep yediğimiz şeyleri ısmarladık. Hava çok güzeldi ve bu buluşma bana çok iyi geldi.
Selin’le Deniz’in muhabbetleri ve birlikte yaptıklarımız da bir sonraki yazıya kalsın. Yoksa uzunluğundan okunamaz bir yazı olacak.
Bu sefer ki İstanbul seyahatimizin içimi yakan tarafı da vardı. Bir ay kadar önce geçirdiği beyin kanaması sebebiyle hastanede yatan çok sevgili Gürkan eniştem vefat etti. Ben onu çocukken hep Ediz Hun’a benzetirdim. Çok yakışıklı, çok kibar bir adamdı. Kibar yaşadı, kibar öldü. Işıklar içinde uyu enişteciğim.

Not: Yukarıdaki fotoğrafı Selin 11 aylıkken çekmiştim.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails