4 Haziran 2009 Perşembe

Yürüyorum, Yürüyorsun, YÜRÜYOR!

Cumartesi akşamının en önemli hadisesi, Meleğimi kendimden biraz uzağa koyup “hadi bebeğim, gel bana gel” dediğimde bana doğru önce 2 sonra 3 adım atmasıydı. Onca yorgunluğuna ve uykudan bayılmasına rağmen bir kaç kere daha parmağıyla “beni oraya koy” işareti yaparak “gel bana gel” yapmamı istedi, hem de çılgınlar gibi kikirdeyerek. Uykusuzluktan dengesini kaybetmeye başladığında kendi başına 7 adım atabiliyordu. Ertesi gün öğlene doğru uyanıp babasının döndüğünü görünce bir heyecanla yürüdü ki 12 adım birden attı. Son üç gündür kesintisiz 20-25 adım atabiliyor, dengesi bozulduğunda veya düştüğünde hiç bir yere tutunmadan hemen toparlanıp yürümeye devam ediyor. Gerçi çok hızla ulaşmak istediği bir şey olursa mesela oyuncak veya bir bardak su, emeklemeye geri dönüyor ama “gel tatlım, yan yana yürüyelim” dediğimde hemen ayağa kalkıp yürümeye başlıyor. Salı akşamı ilk kez biz O’na gel diye seslenmeden kendi kendine ayağa kalkıp bir elinde dişlerini kaşıdığı kalemi, salonun bir ucundan öteki ucuna yürüdü. Ayağının kırılmasıyla yaşadığı travmayı böylelikle atlattı, sanırım.
Bebeklerinin kendi kendine yürümesini isteyen arkadaşlara en önemli tavsiyem, bebişlerini mümkün olduğunca çıplak ayakla yere bastırsınlar. Çorapla parkede veya taşta kayıyorlar ve bu onların kendilerine güvenlerini kırıyor. Ayrıca tabanları güvenli bir şekilde zeminle temas ettiğinde parmak ucunda yürümekten de vazgeçiyorlar. Selin en büyük ilerlemeyi çıplak ayakla yürümeye başlayınca sağladı. Ayağının kırılması sebebiyle bir aya yakın süre sol ayağına tam basamamıştı ve bu yüzden sol ayağıyla hep parmak ucunda yürüyordu. Evet, akşamları biraz gaza maruz kaldık filan ama bence değerdi. Geçen hafta Banu’cuğum, sağolsun, Mira’nın araba şeklindeki yürütecini vermişti. Onun da çok faydasını gördük. Sağa sola yalpalamadan, öne doğru dümdüz adım atabilmeyi bu araba yürüteçle geliştirebildi. Kısacası biz ne yaparsak yapalım -ki aslında bir şey yapmadan yani zorlamadan sadece beklemek gerekiyor-bebekler kendilerini tamamen hazır hissettiklerinde yürüyorlar. Hiç kendinizi üzmeyin ve dertlenmeyin. Her biri küçük birer Homo Sapiens* olduklarına göre, günü geldiğinde yürümek gerektiğini elbet akıl edeceklerdir. Esas iş, bundan sonra başlıyor...
*Homo Sapiens (Latince) : Düşünen İnsan

3 Haziran 2009 Çarşamba

Açık Hava Buluşması

Geçtiğimiz Cumartesi günü ODTÜ’de buluştuk, bebişler ve anneleri olarak. Bloglardan, maillerden tanıdığımız annelerle ve bebekleriyle tanıştık. Geniş katılımlı çok şenlikli, çok gürültülü, çok eğlenceli ve çok yorucu bir gündü. Eve döndüğümüzde Meleğim kendini halıya bırakıverdi. Uyumasın diye önce biraz meyve yedirdim sonra da biraz oynadık. Akşam yemeğinden sonra Munise’m genelde 22.00-22.30 civarı yatıp 23.00 gibi uyumuş olur. O gece 21.30’a kadar dayanamadı ve hemen kolları iki yana açık mutlu bebek pozisyonunda uyudu.
Fotoğrafları bilgisayara yüklerken günü kelimeler yerine fotoğraflarla anlatmak daha iyi olacak gibi geldi bana. Bilhassa aşağıdaki Selin-Arda fotoğraflarında muhabbet konusu araba, klakson, direksiyon üçgeninde dönüyor gibi görünüyor ama...

31 Mayıs 2009 Pazar

Kahvem, Bilgisayarım ve Munise’m!

Yine aynı şey oldu. Ben yazana kadar hooop! günler geçiverdi. Aslında bugün, çok şenlikli geçen dünkü ODTÜ Açıkhava buluşmasını yazacaktım ama bir baktım, Meraklı Miniğin Mutfak Maceraları bir kenarda sıralarını bekliyor. 19 Mayıs’ta Banu'larla Beypazarı’na yaptığımız gezinin fotoğrafları, buradayız! buradayız! der gibi gözüme batıp duruyor. Gezinin üzerinden ha bugün ha yarın derken, on iki gün geçmiş... Ama bu sefer ki gecikme ne benim vakitsizliğimden, ne tembelliğimden ne de kızımın post it hallerinden. Tamamen bilgisayar kaynaklı teknik bir gecikme bu.
Sebep? Kaza geliyorum demez, adım adım anlatıyorum. Arkadaşlar, aman Selin ne kadar da uzamış diyordunuz ya hani, boyla beraber kolları da uzamış, hem de bayağı uzamış:) Yaklaşık bir hafta önce bir akşam ben tam kahvemi almış ve bilgisayarın başına oturmuşken Munise’m ‘illa ben de yazıcam’ diyerek kucağıma çıktı, ‘illa ben de içicem’ diyerek kolunu uzatıp, kendimce kolu oraya yetişemez diyerek uzağa koyduğum kahve kupasını kaldırdığı gibi dibinde kalanı içmeye çalıştı ve sonuçta kahveyi klavyenin üzerine bir andan daha kısa bir sürede boca etti.
Sonuç; klavyenin önce sol tarafındaki harfler ve sonra da diğer tuşlar çalışmaz oldu. Ertesi gün eve geleli daha iki haftasını doldurmamış olan yepyeni laptop’ım tamire gitti. Bir haftadır endişeyle bekliyorum. Fotoğraflar zaten makinedeydi, eşimin bilgisayarına yükledim ve garantiledim ama blog için hazırladığım daha doğrusu başlayıp henüz bitiremediğim yazılarım, yemek blogum için yazdığım tariflerim, favori sitelerim, önemli raporlar, yazılar, makaleler kısacası yeniden biraraya getirilmesi bir yıldan fazla sürebilecek tüm belgelerin akıbeti ne olacak hiç bilmiyorum. Üzüntüm ve moral bozukluğum da cabası!
Ama olaya iyi tarafından bakacak olursak, artık biri bana “10 m2 içinde biraraya gelmemesi gereken üç şey say” dediğinde cevabım hazır! Kahvem, bilgisayarım ve Munise’m!:)
Hay Allah! Laf yine aldı başını gitti, bu gece geri gelmez artık. Ben en iyisi yarın yazayım Beypazarı gezisini.
Yukarıdaki fotoğraf Beypazarı’ndan. Kaşla göz arasında, fincanımın dibindeki telveyi bitirdikten sonraki hali. Sade Türk kahvesinin tadı üzerine karar vermeye çalışıyor gibi. Bu gezinin niye anlatılması gerektiğine dair fotoğraflar da aşağıda:)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails