30 Aralık 2010 Perşembe

2010'un Z Raporu

Şimdiii, en başında uyarıyorum. Çok uzun bir yazı bu. E, kolay değil tabii...Koskoca bir yılın kimi zaman vakitsizlikten kimi zaman tembellikten kimi zamanda ruh halimden kaynaklanan sebeplerle yazılamayanlarını veya yazılmış olup tekrar hatırlanması gerekenlerini toparladım. Yazarken ben dağıldım, o ayrı. Başlıyorum...
Ocak ayında;
• Selin karla tanıştı ve hiç hoşlanmadı.
• Doğum gününün ne olduğunu anlamaya başladı.
• Bıçak kullanmada çok başarılı olmasa da her şeyi kendi kendine yiyebilir hale geldi.
• Babasının kahverengi beresine aşık oldu, her akşam kafasına takıp uyuyana kadar çıkarmadı. Valla çıkartmamakta çok haklıydı, o kadar yakışmıştı ki...
Şubat ayında;
• Epey bir süre devam eden banyo kabusu nihayete erdi.
• Tuvalet alışkanlığı edindirme gayreti yüzünden banyoyu oturma odasına çevirdik.
• Her an patlayabilir endişesiyle balonlardan korkar hale geldi.
• Müzik derslerine başladı ve sıklıkla her şeyle müzik yapılabilir düşüncesini kulaklarımızı mahvetmek pahasına kendince ispatladı.
• Kendimize “yoksa ressam mı olacak?” diye sorduracak kadar çok resim yapmaya ve evin bütün duvarlarını tuval zannetmeye başladı.
Mart ayında;
• İlk defa tiyatroya gitti, çok eğlendi. O günden sonra doğal olarak tiyatro lafını her duyduğunda hemen gidelim moduna giriyor.
• Calliou’yu seyretmeden gün geçirmez oldu.
• Dolaplarda ne kadar tencere, tava vs. varsa hepsini ortaya çıkartmak şeklinde süre gelen mutfak eğlenceleri yavaş yavaş “anneme yaydım ediyoyum”a dönüştü.
• İlk defa kızımızı bir akşam iki saatliğine büyük anneannesine bırakıp sevgili arkadaşım Bişeng’in resim sergisinin açılışına gittik.
• Hello Kitty yeni takıntısı oldu. Öyle ki donlarında bile Hello Kitty olsun diye tutturdu ve bu durum hala devam ediyor.
• Henüz daha pusetinde dolaşırken tanıştığı ikizler Aral ve Ilgaz’la, bize geldikleri bir akşam tüm oyuncaklarını paylaşarak gözlerimizi yaşarttı.
Nisan ayında;
• Aralık ayından beri çişini söyleyip son dönemde kakasını da lazımlığa yapıyordu. Sadece geceleri uyku donuyla yatırmaya başlamıştım. Ama İstanbul’da Deniz’in altının bağlandığını görünce değil kakasını lazımlığa yapmak çişini bile söylemez oldu. Tuvalet alışkanlığıyla ilgili her şeye sil baştan başladık.
• İstanbul’da dolu dolu günler geçirdi. Dolphinarium ve Akvaryum’a yaptığımız ziyaretler aylarca dilinden düşmedi. Tanıdık tanımadık gördüğü herkese beyaz balina gibi şarkı söyledi ve hemen ardından “mors bizi ıslattı, yunuslar çok hızyıydı” dedi.
• 23 Nisan için Montessori e-grubunda düzenlenen resim etkinliğine heyecanla katıldı. Kendisine gönderilen resimlere bakıp bakıp “bu bana geydi, benim”dedi.
• Yurtdışında yaşayan arkadaşımız Müge için Komşu Restorant’ta verilen yemek davetine mecburen birlikte gittik. Selin’in o geceki eğlenceye katılımını ve gösterdiği performansı, ileride ‘alemlere akma’ konusunda pek sıkıntı çekmeyeceğinin işareti olarak aklımın bir köşesine not ettim:)
Mayıs ayında;
• 1 Mayıs’ı havanın da yardımıyla günün anlam ve önemine uygun biçimde ODTÜ’de papatyalar arasında geçirdik.
• Babamızın işi dolayısıyla gittiğimiz Turunç ve İzmir’de, biraz takırdamış olsak ta çok güzel günler geçirdik. Selin’in ‘alemlere akma’ potansiyeli İzmir’de arşa vurdu.
• Havaların ısınmasını fırsat bilerek balkonda bol sulu aktiviteler yaptık ve tabii ben bunları Haydi Oynayalım blogunda yayınlamaya fırsat bulamadım.
• Yangın merdivenimizde yuvalayan bir güvercinin yumurtlamasını, günlerce kuluçkaya yatmasını, yavrunun yumurtadan çıkışını ve biraz palazlanıp yuvadan ayrılışını gün be gün belgesel tadında seyrettik. Büyük şehirde yaşayan bir apartman çocuğu için hatta benim için bile müthiş bir deneyimdi.
• Anneler günü brunch’ında masada en fazla 5 dakika oturabilmesinden hareketle ve tabii baharın etkisini de göz önüne alarak, 2 yaş sendromunun “galiba poposunda çivi var” dönemine girdiğimizi fark ettik.
• Kardeş bilip küçülen neyi varsa “bunu Assı’ya hediye edeyim” diyerek ayırdığı eşyalarını verme bahanesiyle nihayet Aslı’yı görmeye gittik. Tabii biz gidene kadar Aslı artık 7 aylık olmuştu. Anlaşıldığı üzere sadece Selin’in poposunda çivi var:) 
Haziran ayında;
• Umur, Esra, Neslihan ve ben Çayyolu’ndaki Marmelatte Cafe’ye gittik ve çocuklarımız yüzünden gördüğümüz muameleyi protesto ederek bir daha gitmemeye karar verdik.
• Selin dişlerini fırçalarken diş macunu kullanmaya başladı. Dişlerindeki sararmanın 2-3 gün içinde kaybolduğunu gözlemledik. Mucize gibiydi.
• Nurturia’nın babalar günü fotoğraf yarışmasına katıldık, diğer babaların fotoğraflarına baktık, bayıldık!
• Alternatif Anne’nin yayına başlamasını kutlamak ve diğer yazarlarla tanışmak üzere Papazın Bağı’ndaki buluşmaya katıldık. Evet, oradaki yemek tariflerini ben yazıyorum. 2011’de tematik yazılar da yazacağım.
• Ankara’ya geleli 4 yıldan fazla olmasına rağmen lise arkadaşlarımla ancak Haziran ayında görüşebildim. Gece yarısı ani bir kararla şehrin öteki ucunda buluştukları bara gittim ve sabah karşı döndüm.Yıllar sonra yapabildiğim bu çılgınlık sahiden de iyi geldi.
• Yakın arkadaşlarımız Erdil’lerle, Tenes Restaurant’ta brunch’a gittik. Daha önce kışın akşam yemeği için gittiğimizde balık yemiş ve çok beğenmiştik. Bu sefer de bahçesinde kahvaltı ettik ve yine çok beğendik.
• Ankara’da ilk defa bu mevsimde kısa fakat çok yoğun bir dolu yağışına şahit olduk.
• Mutat İstanbul ziyaretimizi yaptık. Bu sefer Meleğim yaz tatilinden önce babaannesi ve Sina dedesiyle görüşüp biraz da olsa hasret giderdi. Kızımın gizli bir kokoş olduğundan şüphelenmeye başladım.
• Club Ali Bey’de hepimize çok kısa gelen harika bir Belek tatili geçirdik. Tesisle ilgili yazdıklarımı vaktinde yayınlamayı beceremeyince ‘kısmetse 2011 baharında yayınlarım’ diyerek bekleyen yazılar dosyasına kaldırdım. Kısaca; pahalı bir tesis olmakla birlikte kesinlikle çocuk ve engelli dostu olduğunu belirteyim ve evet yazıyı mutlaka yayınlayacağım.
• Hayatımda ilk defa parasailing yaptım ve sanırım artık her gördüğüm ve güvenli bulduğum yerde yapacağım:)
• Belek tatilinde ilk defa 4 dakika için bile olsa çocuğunu kaybetmek ne demekmiş anladım ve acayip korktum. Bu olay tatilin ilk günü olsaydı, herhalde hemen geri dönerdik. 
Temmuz ayında;
• Selin’in Calliou hayranlığı aniden bitti.
• Selin sık sık buğday nohut oyunu oynadı, çok sevdi ve maalesef ben yine oyun blogunda yayınlayamadım. Anlaşılan o ki, burada yaptığımın aynısını oyun blogum için de yapmalıyım.
• Banu-Cenk-Mira üçlüsünün şahane evsahipliğinde, çok sevdiğim arkadaşlarım ve kızlarımla birlikte, 45 yaşına girmenin şanına yakışan harika bir doğum günü geçirdim. Ne kadar teşekkür etsem az gelir.
• Her anında Meleğimin ne kadar büyüdüğünü ve her şeyi anlar olduğunu gözlemlediğim, kızım için uydurduğum (ve hala söylediği) bize özel şarkılarla, oyunlarla dolu dolu geçen Ayvalık günleri...
Ağustos ayında;
• Ayvalık’ta usulca verdiği ‘evet’ cevaplarının yerini kararlılıkla söylediği ‘hayır”lara bıraktığı, ‘yardım eder misin anne?’ ricalarının ‘ben yapıcam’ ısrarlarına dönüştüğü, her şey için söyleyecek bir söz bulduğu, bize sınırsız hayal gücüyle uydurduğu harika masallarını anlattığı, sabah akşam Sertab Erener dinleyip dinlettirdiği, elinden düşürmediği suluboya fırçasıyla bulduğu herşeye “hımm, bunu da boyayabiyiyim gayiba” diye baktığı, pijamalarım ve şapkalarımla füzyon modasına yeni boyutlar getirdiği kısacası bizi sürekli şaşırttığı güzel günler geçirmeye devam ettik.
• Ankara’ya döndüğümüzde bir su kuşu olmuştu bile ve her günü suda geçirme alışkanlığını oturduğumuz sitenin havuzuna girerek devam ettirdi.
• Uyku donunu da bıraktı ve bir iki küçük kaza dışında vukuat yaşamadık.
• Bana yardım etme sevdası banyoda da kendini gösterdi. Makineden çıkarttığım ıslak çamaşırları kurutucuya koymak artık onun görevi. (elbette bedelini ödüyorum, kefir veya kırmızı yoğurtla)
• Nemo’nun ve filmdeki diğer bazı karakterlerin hastası oldu, hastalığı aynen devam ediyor.
Eylül ayında;
• Bütün yaz çok özlediği komşumuzun sevimli oğlu, sevgili arkadaşı Ege’yle hasret giderdi.
• Bayramda İstanbul’a gittik. Nihayet Temmuz'da doğan yeğenimin kızı Elif Mira’yla tanıştık.
• Selin kreşe başladı ve tabii tanıdık tanımadık herkesin dediği gibi hemen hastalandı.
• Bu dönemde ayın sadece şeklinin değil renginin de değişmesi Selin’in resimlerine de yansıdı. Beyaz hilal şeklindeki Aydede resimleri turuncu toplara dönüştü. “Peki bunun güneş olmadığını nereden anlayacağız?” diye sorduğumda, “Ama bak, bunun ışınyayı yok anne” dedi ve beni dumur etti.
Ekim ayında;
• Selin’i iyileştirdik ama bu sefer karı koca biz hastalandık. Selin için bu kış sürekli hastalanacak merak etmeyin diyenler, maalesef anne babanın da hastalandığını bize söylemediler. Çok fena hazırlıksız yakalandık. Daha önce iyileşmem hiç bu kadar uzun sürmemişti.
• Selin bir post-it canavarı oldu. Gördüğü anda her bir yaprağı tek tek ayırıp oraya buraya yapıştırıyor. Unutmadan not alması lazımmış!:)
• Ayın faaliyetleri kızlarımın bizim evde buluşması, yayılarak film seyretmeleri ve Başak’ın düzenlediği UHM’deki Nurturia yemeğiydi. Her ikisi de bana çok iyi geldi.
• Bu yaşta ilk defa Beta virüsüyle tanıştım, tanışmaz olaydım!
Kasım ayında;
• Yine bayram geldi ve yine İstanbul’a gittik.
• Selin’in, bayram boyunca her günü birlikte geçirdiği Gülannesine duyduğu aşkın doğal sonucu olarak, ablamın bir uzvuna dönüşmesine ramak kaldı.
• Dönüşte Ankara’daki günlerimiz çok ağır geçti. Her sabah “yayın İstanbuy’a gidecek miyiz anne?” diye sordu.
• Saçlarını kestirtti. Günler süren hazırlık konuşmalarımız işe yaramış olacak ki dönmeden iki gün önce (cumartesi günü) sabah kalkar kalkmaz “Ben bugün güzey oymak istiyoyum anne. Hadi, Güyay abyaya gideyim” dedi. Saçları kesilince de Gülay ablasıyla poz verdi.
Aralık ayında;
• Karla nihayet barıştı. Müzik yapılabilir şeylere kar yığınlarını da ekledi.
• Kreşin Selin’i sakinleştireceğini düşünürken daha da azmaya başladı. Kendisine Munisem demek yerine zıpzıp Ayşe, azgın baygın, çılgın bıdık, minik keçi, bal dudaklı dikkafalı, car car böceği filan gibi pek içaçıcı (!) hitaplar kullanmaya başladık.
• Odasındaki mobilyalara da resim yapılabileceğini keşfetti. Neyse ki bütün kalemleri silinince çıkan cinsten.
• Müzik çalışmalarına sabahları daha yüzünü bile yıkamadan çamaşır sepeti gibi değişik yerlerde ve pozisyonlarda devam etti.
• Evdeki bütün oyuncak küpleri –ki sadece 18 tane varmış, kendi başına üstüste koyup hemen yanında durarak “boyuma kaday geyiyo mu anne?” diye defalarca sordu.
• Sakinliğiyle meşhur kızım büfenin üstünde dans etmeye çalıştı. Hiç bir tepki vermedim. Ya gerçekten sakin bir anneyim ya da o anda kanım donmuştu.
• Her gün, evde müzik cd’lerinin durduğu o ağır kutulardan ne kadar varsa hepsini raflardan indirip, cd kaplarını alıp, içlerini çıkartıp salonun bilumum yerlerine frizbi misali atmaya başladı. En sonunda bunu sadece kendi cd’lerine yapabileceğine dair anlaşmaya vardık. İki gün sonra frizbi muamelesinden vazgeçti ama hala dağıtmayı sürdürüyor.
• Hafta sonu, Emre Alp’in babasının (Emre Alp’in doğumgününde) gayet kısa fakat ikna edici konuşmasıyla balonlardan korkmayı bıraktı ve çılgınca oynamaya başladı. Dün kreşte düzenlenen yılbaşı partisinden her tarafımızdan sosis balonlar sarkarak ayrıldık.  
Uzun hem de çok uzun olacağını söylemiştim. Bu satırlara kadar gelebilenleri tebrik ediyorum. Mutlaka yazmayı unuttuklarım da vardır. Nihayetinde ömrümüzden bir koca yıl daha işte böyle geçti. Bir çoğunuz belki farkındasınızdır ama ben yine de yazayım. Ne kadar uzakta ya da yakında olursanız olun aslında bu seneyi hep birlikte geçirdik.

Nice sağlıklı, huzurlu ve mutlu seneleri sevdiklerimizle birlikte geçirmemiz dileğiyle...

28 Aralık 2010 Salı

Yeni Yılın İlk Hediyesi, Ceren'den...

Bugün Selin’e Ceren’den yeni yıl hediyesi geldi ama ne hediye! Meleğim paketi açar açmaz dünyayla ilişkisi kesildi sanki. Şöyle bir bana bakıp gülümsedi, anladım ki pek beğendi hediyesini.
Önce dikkatle beyaz kalbi ve meleği inceledi. Sonra paketin içinden çıkan, Ceren’in kendi elleriyle pek özenerek yaptığı belli olan yeni yıl kartına baktı uzun uzun. Ben elimde fotoğraf makinesi “Tatlım, bana bir bakar mısın?” diye en az yedi sekiz kere seslenip hiç bir tepki alamayınca, bıraktım kendi haline. Elbet bir tepki verecektir diye. Bütün tablaların içini harflerle tamamladıktan sonra, nihayet lütfedip kafasını kaldırdı ve “Bu hediyeyi çok sevdim anne. Ben bi yesim yapayım, Ceyen’e tesekkuy edeyim” dedi. Bunun üzerine Özgür’e mesaj atıp adreslerini istedik.

Paketin üstündeki meleği incelerken çam ağacına asılabildiğini keşfetti. Hemen koşup ağacımıza astı ve “Buyaya çok yakıştı” dedi. Biraz önce de hediyesinin başından kalkıp odasına kalemlerini almaya gitti. Benden de “kayın kaat” istedi. Elimde kalın kağıt salona döndüğümde Selin’i kalemlerini yanına koymuş, hediyesiyle oynarken buldum. Bu akşam resim yapmaya vakit bulabilecek mi pek emin değilim:)
Özgür ve Ceren gerçekten çok güzel bir hediye seçmişler, çok teşekkür ederiz. Buradan kendilerine kucak dolusu sevgiler gönderiyoruz.

Not: Ah, Bir de ben Selin’in Rüzgar için yaptığı yeni yıl kartını hediye paketimize koymayı unutmasaydım ne iyi olacaktı. Yarın, ayrı bir zarfla göndereceğim artık.

17 Aralık 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 29, 30, 31

Bu sabah Ankara’da, RÜZGARLI BİR GÜN’e uyandık. Evet, hemen anladığınız gibi bugünkü kitaplarımız Bir Gün parantezinde "KARLI, YAĞMURLU ve RÜZGARLI". Her üç kitabı da Anna Milbourne yazmış. Karlı ve Rüzgarlı Bir Gün kitaplarını Elena Temporin, Yağmurlu Bir Gün’ü Sarah Gill resimlemiş. Tübitak ta basmış. Selin bu seriyle ilk olarak, geçen kış doğum gününde hediye edilen Yağmurlu Bir Gün kitabıyla tanışmış ve çok sevmişti. Yağmurun nasıl olduğuna dair açıklamalardan bir şey anlamamıştı ama çizimleri çok sevmişti. Bahar geldiğinde yağmur yağdığı bir gün bulutları da inceleyerek kitabı tekrar okuduk. Sanırım bir şeyler kafasında daha da netleşti ve gerçekten anladı ki, kitabı bana anlatırken bir sürü soru sordu.
Aslında ben daha önce Rüzgarlı Bir Gün’ü almıştım ama bir kere okuduktan sonra nedense aylarca suratına bile bakmadı. En sonunda yine böyle fırtınalı bir güne uyandığımız bir sabah kitabı okumayı teklif ettim. Pek sevdi, defalarca okuttu. Şimdi artık ne zaman hava rüzgarlı olsa "kitaptaki gibi anne ama benim uçurtmam yok, henüz” diyor.
Aybaşında gittiğimiz tiyatro oyunundan sonra Şinasi Sahnesi’ne çok yakın diye Tübitak’a da uğrayalım dedik Neslihan’la. İçeriye girdik, her kitaba maydonoz olup “aa bak bu da çok güzelmiş ama acelesi yok, seneye alalım” gibi laflar edip düzdünya kitap seçtik. Doğal olarak cebimizdeki paraları bıraktık ve çıktık. Aldığım kitaplar arasında nihayet bulabildiğim Karlı Bir Gün de vardı. Cuma gecesi kitabı kitaplığının önüne bakar bakmaz görebileceği şekilde koydum. Planım işe yaradı ve sabah uyanıp her yeri karla kaplı gördü. Her sabah sektirmeden yaptığı gibi kitaplığına baktı, kitabı hemen fark etti ve eline alıp yanıma geldi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle "yeni bi tipakım oymuş anne, bunu bana okuu musun?" diye sordu. O sabah kartopu oynamaya çıkmadan önce bu kitabı okumuş olmamızın Selin'in karla barışmasında çok olumlu etkisinin olduğuna inanıyorum.
Uzun sözün kısası -ki ben de pek bulunmaz:), bu üç kitabı da herkese tavsiye ediyorum. Çocuklarımızın kitaplığında olması gereken kitaplardan. Bu noktada kitapların fiyatlarıyla ilgili Tübitak'a yönelik küçük bir eleştirim var. Evet, piyasadaki kitaplara nazaran fiyatları çok uygun. Ama bu kitapların maalesef artık karton kapaklısı basılmıyor. Hepsini kalın cilt kapaklı basıyorlar. Karton kapaklısı 4 TL iken cilt kapaklıya 10 TL vermek zorunda kalıyorsunuz. Ben kitapların daha çok çocuğa ulaşabilmesi için Tübitak'ın hem karton hem de cilt kapaklı basmaya devam etmesini diliyorum. Diğer taraftan bu kitapları çocuğunuz okumayı öğrendiğinde kendi kendine de okuyacağından, dayanıklılık açısından kalın kapaklıları almak daha uygun bir seçim olabilir.

16 Aralık 2010 Perşembe

Kukla Tiyatrosu ve Monami

Aralık ayının ilk günü kızlarımızı alıp 15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin az sayıdaki çocuk oyunlarından birine, istanbul’dan gelen Çizgi Tiyatro’nun Çizmeli Kedi kukla oyununa gittik. Çocuklar çok eğlendi ve beğendi. Ben her ne kadar Çizmeli Kedi’de aklın değil açıkgözlülüğün ve bir parçada aldatmacanın övüldüğünü düşünüyorsam da, kukla tiyatrosudur değişik gelir diye götürdüm Meleğimi. Oyun sonrası sahneye çıkıp kuklalarla ve oynatan abilerle tanıştılar. Selin Çizmeli Kedi kuklasını hafiften okşadı bile. Onun için nasıl büyük bir cesaret örneği tahmin edemezsiniz. Sahnede biraz oyalandılar ve sonra elele tutuşup poz verdiler. Salondan en son ayrılan bizdik.
Oyun sonrası yemek vakti diye bir kafeye oturduk. Yemekler gelene kadar oyalanmaları için Umur, Ada’nın boya kalemlerini ortaya çıkardı. Çocukların kalemleri rahatça kullandığını görünce aklıma en son İstanbul’a giderken yaşadığımız hayal kırıklığı geldi. Bayramdan önce otobüste filan resim yapmak isterse diye bilinen bir markanın (JF) kısa boylu kuru kalemlerinden almıştım. Ne büyük hataymış! Benim bile bir şeyler çizebilmem için tüm gücümle bastırmam gerekti. Elbette Selin bir daha kalemleri eline almak istemedi. 1 yaş civarlarında malum tek bir markanın pastel boyalarını alıyorduk, en iyisi en zararsızı diye. 2 yaş civarındaysa neredeyse piyasadakilerin hepsini denedik. O gün kırtasiyecide daha önce kullanıp memnun kaldığımız Monami’nin pastel boyalarını görünce “keşke kuru boyaları da olsaydı” diye düşünmüştüm. Kuru boyanın kullanımı pastele göre daha zor. Bu yüzden alırken kağıdın üstünde kolayca kaymasına, renklerin canlılığına filan dikkat etmek lazım. Eve döndüm, e-posta kutumda Monami’den gelen tanıtım mesajını buldum. Kuru boya da çıkarmışlar. Kullandığımız markalardan biri olduğu için gelen mesajı aşağıya kopyaladım. Biz memnun kaldık, denemeye değer bir marka.
“Yeni Yılda Çocuğunuza En Güzel Hediye Monami'den...
Yeni yıl geliyor ve büyükler kadar çocukların da hediye alma heyecanı başlıyor. Özellikle çocuklara alınacak hediyenin özenle seçilmesi gerekiyor. Türkiye distribütörlüğünü Şark Gülü Kırtasiye'nin yaptığı ve yıllardır dünya çocuklarının en sevdiği markalardan biri olan Monami pastel boyalar ve seriye yeni katılan kuru boyalarla yeni yılda çocukları sevindirin...
Monami serilerine yeni katılan kuru boyalar, çocukların resim yaparak hayal dünyalarının genişlemesine ve el becerilerinin artmasına yardımcı oluyor. Kısa ve uzun tüp olmak üzere farklı ambalajlarda, 12 ve 24'lü renk seçenekleri ile satışa sunulan kuru boyalar, kağıdı yıpratmadan kolayca kullanılıyor. Monami kuru boyalar'ın uç kırılmasına karşı dirençli özel yapıştırma sistemi sayesinde, çocuğunuz uzun süre resim yapmanın keyfini çıkartacak. Kağıt üzerinde daha baskın görünen yüksek kalitede parlak ve canlı renklere sahip kuru boyalar, okul öncesi ve sonrası çocuklarınız için önemli bir gelişim araçlarından biri olma özelliği taşıyor.
Monami'nin pastel boyaları ile renkli hayaller...
Pratik kullanımı ve canlı renkleri ile çocukların ilk tercihi olan Monami pastel boyaların ucu açılıyor ve son derece sağlam. Düşürüldüğünde çatlamıyor ya da kırılmıyor. İz ve leke bırakmama özelliği ile de temizlenmesinde zorluk yaşanmıyor. Kağıt üzerinde rahatça kayan Monami pastel boyalar ile çocuklar resim yapmaktan zevk alıyor...
Monami boyalar zararlı kimyasallar içermiyor...
Hiçbir zararlı madde içermeyen Monami marka pastel ve kuru boyalar, boya yaparken ellerini ağızlarına götüren küçük çocuklar için herhangi bir tehdit oluşturmuyor. Çocukların güvenle oynayabilmeleri için zararlı olmayan maddelerden üretilen pastel ve kuru boyalar ile çocuklarınız, yeni yılda yeni resimlere imza atacak... www.sarkgulu.com

14 Aralık 2010 Salı

Karla Barışma

Bu sene Ocak ayında kar yağdığında kar topu oynarız, kardan adam yaparız diye büyük bir hevesle dışarıya çıkartmıştım Meleğimi ve hevesim kursağımda kalmıştı. Munisem ayakları kara battıkça acayip rahatsız olup önce sızlanmış sonra da ağlamıştı. Eline kar topu yapıp verdiğimde, 2 saniye elinde tutmamıştı bile. Bir de üstelik eldivenlerim niye ıslandı der gibi hafif kızgın bakmıştı. Kara değen eldivenlerinin ıslanmasından ve aşırı beyazın gözlerini kamaştırmasından o kadar tedirgin olmuştu ki hemen eve dönmek zorunda kalmıştık.((
Hafta sonu kar yağdığında babamız da bizimle birlikte bahçeye çıktı. Dışarıya çıkar çıkmaz yine kara basmaya korktu ve babası onu biraz kucağında taşıdı. Selin’i karsız bir yere indirdikten sonra biz hızımızı alamayıp sıkı bir kar topu savaşına girdik. Kahkahalarımıza sevinç çığlıklarını katarak ve duruma fena halde şaşırarak bizi izledi bir süre.
Sonra bir baktım kara el izini bırakıyor. Heyecanla “anne bak! eyimin izi çıktı” diye bağırdı. Bir cesaret bir parça kar aldı eline ve “ayın bakayım daygıçyay!” (burada Nemo filminde Nemo’yu kaçıran dalgıçlara sesleniyor)diyerek fırlatmaya çalıştı ve nihayet Meleğim karla barıştı. Eve dönmekte çok zorluk çektik.
Ertesi gün sabah uyanır uyanmaz “kayay eyicek çabuk çabuk dışayı gideyim, oynayayım” demeye başladı. Bu sefer “biyaz yüyüyüş yapayım anne” dedi. Bir gece önce günün anlam ve önemine binaen okuduğumuz ve bu Cuma tanıtacağım kitaplardan biri olan “Karlı Bir Gün” kitabında gördüğü üzere, baktım bilhassa karlara, arada da elimi sıkıca tutarak buzlara basmaya çalışıyor. Ben hızımı alamayıp ona kitaptan bir şeyler anlatmaya çalışıyorken “bi dakka anne, susabiyiy misin yüfen” diyerek beni susturunca çıkan sesleri dinlemeye çalıştığını fark ettim. Bir kaç adım attıktan sonra kafasını kaldırıp bana baktı ve “anne, isteysek böye müzik yapabiyiyiz” dedi. Şaşkınlıktan hiç cevap veremedim. 30 saniye sonra filan “evet, tabii canım” gibi bir şeyler geveledim.
Sitenin çevresini ve içini “böye müzik yapayak” dolaştık. Bu arada sitemizin ağaçlarının karlar altında da çok güzel göründüğü farkedip hemen bir kaç fotoğraf çektim. Sıra oyun parkının yanındaki bol karlı alana geldiğinde “aytık kay topu oynayabiyiyiz” dedi ve en ufacık bir çekinme, tereddüt filan olmadan ellerini kara daldırıp top yapmaya çalıştı.
Yaklaşık 1,5 saat dışarıda kaldık. Bu sefer çok yorulmuş olacak ki eve dönelim teklifime hiç itiraz etmedi. Eve girip üzerini çıkardı ve al al olmuş yanaklarıyla “biyaz yatayım anne” dedi. Son ayların en uzun öğle uykusunu uyuduğunu söylememe gerek yok herhalde:) 

10 Aralık 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-28

Benim bu cuma günü takıntım yüzünden kaç tane kitap tanıtımının sırada beklediğini tahmin edemezsiniz. Bugünkü kitap ta haftalardır sırasını bekleyenlerden. Sanırım Selin’in çok bayılmadığı ve benim teklifime nezaketen peki dediği, toplamda iki kez okuduğumuz bir kitap, MUTLU SUAYGIRI. Neden derseniz, iki sebebi var. Biri kitaptan kaynaklanıyor. “Bana suaygırı deme” ifadesi ve bunun çok tekrar edilmesi Selin’i rahatsız etti. Bir de suaygırının özendiği hayvanların “Bunu yapabilir misin? Şunu edebilir misin?” sorularının çokça sorulmasından sıkıldı. Açıkçası okurken ben de çok fazla tekrarlanan suaygırına takıldım. Tamam, tekrarlar küçük çocuklar için gereklidir ve önemlidir ama kitabı okuyanı yoracak kadar fazlası da iyi değildir. Bu biraz da çeviriden kaynaklanıyor gibi geldi bana. İkinci sebep ise daha önce Çikolata adında çok sevimli ve kendiyle barışık başka bir suaygırıyla tanışmış olması. Daha kitabın ilk sayfasında hemen çikolatayı hatırladı ve ben daha kitabı bitirmeden “Çikoyata’yı daha çok sevdim anne!”dedi. Bu başlık altında, genelde Selin’in beğendiği kitapları tanıtmayı tercih ediyorum, fikir verebilmesi açısından. Selin’in arkadaşları tarafından sevilen ama maalesef Selin’in çok hoşlanmadığı bir kitap olarak bu kitaba bir istisna diyebilirim.
Şimdi bütün bu ifadelerden Meleğimin kitabın hiç birşeyini beğenmediğini sanmayın. Çizimleri, renkleri çok sevdi(k). Mesela suaygırları o kadar sevimli, kartal o kadar gerçekçi ki...Bir de çizimlerin zenginliğine örnek olarak verebileceğim, dikkatli bakılınca farkedilen hayvanlar var. Burada da en sevdikleri balıklar, suaygırı hapşurunca gözlerini oğuşturan kuyruksüren, meyvenin üstündeki kurbağa, yavru zürafalar ve zebralar oldu. Beni en şaşırtan şey ise Selin’in zürafa ve zebraları görünce “anne bu suaygıyı Afyika’da yaşıyo gayiba?” diye sormasıydı. Aslında sadece bu soru bile kitabın hedefine ulaştığını gösteriyor olabilir ama bütün bu beğendiği çizimlere rağmen üst üste en az 5 kere okutmayınca ve teklif ettiğimde de “hayıy, onu okumayayım” deyince, beğenmediğine hükmettim.  Belki de bu kitap hakkında Bir Dolap Kitap’ta Yıldıray’ın da yazdığı gibi içeriğini daha iyi anlayacağı yaşlarını beklemem gerek. Richard Edwards’ın yazdığı bu kitabı, Carol Liddiment resimlemiş. T. İş Bankası Kültür Yayınları da basmış. Son bir noktaya daha değineyim. Bu sevimli hayvanın adının nasıl yazılacağı konusunda TDK'nın imla kılavuzuyla (bk.) diğer imla kılavuzları arasında bir fikir birliği yok, maalesef. Bu da Türkçenin bizzat resmi kurumlar tarafından nasıl perişan edildiğinin küçük bir örneği.  

26 Kasım 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 27

Bugün bir sürpriz yapmak ve bir kitap daha tanıtmak istedim. Zaten uzun zamandır da ara vermiştim. Bu kitabı tanıtmak için bu kadar hevesli oluşumun sebepleri var tabii. Birincisi, Selin’in ve tabii benim kitaba bayılmamız. İkincisi, kitabı daha önce ne kitapçılarda ne de internette görmüş olmam. Yeni bir kitap olduğunu tahmin ediyorum. Son olarak kitaba hiç ummadığım bir yerde, İstanbul Modern’de rastladım ve hemen aldım.
KÖPEK BALIĞI KESKİN’i, psikolojik danışman ve Akademi Çocuk’un kurucusu olan Hilal Üsküdar Gürbüz yazmış, Serap Deliorman resimlemiş. Başında sarı şapkası ve yüzünde gülümsemesiyle daha kapağına bakar bakmaz Keskin’i seviyorsunuz. Diğer deniz canlılarının görünce korkup saklandığı ama aslında çok yalnız ve hepsiyle arkadaş olmak isteyen bir köpek balığı. Yine böyle yanlış anlaşıldığı bir gün arkasını dönüp ağlarken rastladığı yaşlı balina -ki o da başında kareli bir şapka ve yüzgecine takılı bir bastonla çizilmiş:) arkadaş edinmek için çaba göstermesi gerektiğini söylüyor Keskin’e. Bunu nasıl yapacağını bilemezken yorgun bir küçük kırmızı balığa rastlıyor ve onu ağzına alıp evine geri götürüyor. Keskin’in ne kadar iyi kalpli olduğunu gören bütün deniz canlıları onunla arkadaş olup, mutlu memnun mesut yaşıyorlar. İnsan “Aah! Keşke bu işler bu kadar kolay olsa” diyor, tabii içinden:)
Kitabın içinde iki sayfa renkli çıkartmalar var. Bu unsur da kitabı almam da etkili oldu çünkü Selin de bir çok yaşıtı gibi çıkartmalara bayılıyor. Bir de son dönemde Nemo ve filmin diğer karakterleriyle yatıp kalkıyoruz. Benim geçen sene Pandora'dan komik bir fiyata aldığım, topu topu dört karton sayfadan oluşan ve her birinde dört esas karakterin anlatıldığı kitapları ingilizce olmalarına rağmen evire çevire okutturuyor. Yalnızca 4 veya 5 kere seyrettiği  Nemo filmini gece gündüz anlattırıp, hoşuna gitmeyen bölümlerde senaryoyu kendince değiştiriyor:)  Filmdeki balık yememek üzere kendini değiştirmeye çalışan köpek balığı Bruce karakterini çok sevdi. Bir de üzerine BBC HD kanalında dönüp duran Okyanuslar belgeselini birlikte seyredince, bütün deniz canlılarına ama özellikle köpek balıkları, balinalar ve yunuslara olan ilgisi daha da katmerlendi. Bu kitapla da arşa erdi:)
Biz kitaptaki çizimleri, renkleri çok beğendik. Hikaye de gayet yalın ve güzel anlatılmış, elbette bir edebi eser değil. Kitapta beni rahatsız eden tek şey metinde geçen ‘ağızında/ağızını/ağızına’ ifadeleri oldu. Güzel Türkçemizde ünlü düşmesi denen bir yazım kuralı var ve bu kurala göre, malumunuz, ‘ağızı/ağzı’na dönüşür. (bk.) Kitabın sonraki basımlarında bu hatayı düzelteceklerini umuyorum. Bir de kitabın herhangi bir yerinde hangi tarihte basıldığına dair bir ibareye rastlamadım.
Kitabı geçtiğimiz pazar günü aldım. O günden beri sürekli Selin’in elinde ve “Keskin’i okuyalım” diyerek peşimde. Okumamız yetmiyor, bir de akşam yatınca karanlıkta kitabı okutturamayacağı için masal formatında anlattırıyor. Kısacası, biz kitabı çok beğendik ve herkese tavsiye ediyoruz.

Not: Kitabın görselini internette bulamadım. Fotoğrafı kendim çekmek zorunda kaldım.

Selin'in Kitaplığından...- 26

Bu kitabı tanıtacağıma dair daha önce söz vermiştim, sanırım. Evet, MÜZİSYEN İNEK SIRMA’dan bahsediyorum. Kır Çiçeği Yayınları’ndan çıkan Geoffroy de Pennart'ın harika kitabından. Ayrımcılık üzerine şimdiye dek gördüğüm en iyi okul öncesi çocuk kitabı.
Kitabın hikayesi kısaca şöyle: Sırma çok iyi piyano çalan bir inektir. Bir gün gazetede büyük bir müzik yarışması yapılacağını okur ve şansını çeşitli orkestralarda denemek üzere şehre gider. Kimi orkestralar otobur olduğu için, kimisi boynuzlarını yeterince gösterişli bulmadıkları için, kimisi aynı aileden oldukları halde rengi farklı olduğu için, kimisi de yeterince şık giyinmediği için Sırma’yı aralarına almaz. Sırma eve dönmek üzere umutsuzca bir kafeye oturur. Ona servis yapan ve aynı zamanda kendisi de bir müzisyen olan köpek Çaka'nın, Sırma'nın mutsuz halini görerek ne olduğunu sorması üzerine sohbete başlarlar ve kendi orkestralarını kurmaya karar verirler. Seçim kriterleri elbette adayların fiziksel özellikleri değil, iyi müzisyenler olmalarıdır. Orkestraya başvuranlar arasında kimler yoktur ki! Tahta bacaklı bir zebra, sıskalığı yüzünden dışlanan bir fil... Yarışmayı hangi orkestranın kazandığı tahmin etmek hiç zor değil tabii:)
Bu kitabı kaç yüz kez evet, katiyen abartmıyorum kaç yüz kez okuduğumuzu bilemiyorum. Bütün bir yaz bu kitabı defalarca okumakla geçti. Selin’in kitapları arasında okunma rekorunu elinde bulunduran Pırtık Tekir ve Yavru Ahtapot Olmak Çok Zor kitaplarına fena halde fark atmıştır diye düşünüyorum.
Selin bu kitapta bir çok müzik aletiyle tanıştı. Nefesliler, yaylı sazlar, vurmalılar ... Neden böyle dendiğini de öğrendi. Sanırım fiziksel olarak ilk tanıştığı ve bayıldığı müzik aleti olduğu için her sayfada ilk önce piyano çalan hayvanı inceledi, yorumlar yaptı. Müzik topluluklarıyla ilgili olarak neden birine oda orkestrası derken diğerine senfoni orkestrası deniyor, aralarındaki farklar nedir, çok basitçe öğrendi. En çok deli danalar orkestrasında avizenin üstünde trombon çalan danaya güldü. Her okuyuşumuzda muzipçe gülerek “hiç piyanonun üstünde dans ediyiy mi anneciim?”diye bıkmadan usanmadan defalarca sordu.
Bir Dolap Kitap’ta bu kitapla ilgili çok hoş bir tanıtım yazısı var. Okumadıysanız mutlaka okuyun, derim. Ben de Banu gibi Sırma’ya aşık, kalbi kırılan öküze bayılmıştım.
Bence her çocuğun kitaplığında mutlaka olması gereken çok önemli bir kitap.

11 Kasım 2010 Perşembe

Neyey Oyuyoy Buuda?

Meleğim 23 Eylül itibariyle artık kreşe başladı. Haftada üç yarım gün gidiyor. Her sabah hevesle kalkıp hazırlanıyor, güle oynaya gidiyoruz. Öğlenleri de eve dönmek istemiyor. Ben buuda yatıcaam, buuda kalıcam diyor. Eve dönene kadar akla karayı seçiyorum. Eve girer girmez uyumuucam deyip, azıyor. Neyse ki erken kalktığı için yorgun düşüp uyuyor. Bu genel durum tabii. Kreşe başladığı hafta hemen hastalandı ve artık bir klasik olan “kreşe başlayan çocuk o seneyi hasta geçirir” lafını ilgili ilgisiz herkesten duyar oldum. Yalnız bana söylenmeyen şey kreş çocuğundan sonra anne-babanın da hasta olduğuydu:) Ertesi hafta Selin’i iyileştirip tekrar kreşe gönderdik. O haftayı kazasız atlattık derken tekrar hastalandı ve bu sefer maalesef bizi de perişan etti. Karı koca acayip hastalandık. Hani tam yataklık hasta derler ya, öyleydik. Tabii ki geçmiş olsun demek için arayanlara, Teoman “hastayım, yataktayım”derken, ben “hastayım ama ayaktayım” dedim. Aaa, ne tuhaf! dediğinizi duyuyor gibiyim:)
Kronik faranjitim kudurarak kroniklikten kalıcılığa doğru adım adım ilerlerken ve neredeyse iki haftadan fazla beni uğraştırıp geçmemek için direnirken, yeter artık deyip geçen hafta pazartesi günü soluğu sağlık ocağında aldım. Antibiyotik, şurup ve ağrı kesici üçlüsü sayesinde 2-3 gün çok iyi hissettim kendimi. Taa ki perşembe akşamı ateşim çıkana kadar. Ben haftasonuna kadar toparlanırım diye ümit ederken pazar gecesi saat 3’e doğru ateşim ancak düştü, dört saatte bir aldığım ateş düşürücüye ve başka bir antibiyotiğe rağmen. Sonraki iki günü de ateşin sebep olduğu yorgunluğumu gidermeye çalışarak geçirdim. Çarşamba günü kontrole gittiğimde doktor “Beta virüsü kapmışsınız” dedi. Şoke oldum ve bir anda “peki ya Selin?” diyen sesimi duydum. Resmen iradem dışı konuşmuşum. Soru sorduğumu farkında değildim. “Hastalansaydı sizinle birlikte hastalanırdı. Çocuklar büyüklere nazaran daha dayanıklılar bu virüse. Yetişkinlerin beta virüsü geçirmesi daha yıpratıcı ve daha yüksek ateşli oluyor”dedi. İçime su serpti veee... 5 gün iğne verdi. Bugün ikincisini yaptırdım. Çok daha iyiyim tabii.
Bu arada en hayret verici gelişme, Selin’in evde burnumun dibinden ayrılmayıp, gece gündüz boynuma sarılıp sarılıp uyumasına ve hatta gece de ısrarları üzerine bizimle yatmasına ve tabii durup durup “bi öpiim hemen iyileşiysin annecim” demesine rağmen hastalanmamasıydı. Tamam, arada bir nükseden ve sadece bir gün süren hafif bir burun akıntısı ve günde iki kereyi geçmeyen kuru öksürüğü var ama o kadar.
Bu süreçte doğal olarak gayet halsiz ve durgun göründüğüm için ve sesim de Grace Jones’tan hallice çıktığı için, Selin’in yumuşacık ve şefkat dolu bir sesle “iyii miisin annecim?, hasta mıısın annecim?” diye sorular sorması içimi eritti. Yalnız itiraf ediyorum, bu soruların üstüste en az 7-8 kere filan sorulunca yarattığı bayıcı etkiden ancak sabır taşına dönüştüğümü hayal ederek kurtulabildim:)
Aslında tabii hata bendeydi. Geçen sene Ayvalık’ta yaz ortasında beni perişan eden faranjitten kısa sürede kurtulmamı sağlayan o mucizevi şeyden, evdeki bayatladığı bizim buradaki aktarda da kalmadığı için kullanamadım bu sefer. Bu mucizevi şey ne mi? O da başka bir yazı konusu olsun:)

Not1: Yazmak iyi geldi.
Not2: İkinci resimde Selin komşumuzun kedisi Şeker'e kreşe başladığını anlatıyor:)

3 Kasım 2010 Çarşamba

Devam...

Bu sefer abarttım, biliyorum. Ama neyleyim ki ruh halim hiç bir şey yazdırmadı bana. Halbuki kafamda yaz tatilinin geniş bir özetini vermek, hoş anıları yazıp kalıcı hale getirmek vardı. Sonra... Eylül ayı geldi... Selin’in daha da büyüyüp her şeye söylecek bir lafı olmasının ve artık boyunun 1 metreyi geçmesinin dışında hiç bir şey değişmedi. Bozkırın ortasında bu coğrafyaya çok uygun bir hayat akıp gidiyor. Ben bu hayatın neresinde duruyorum ya da daha doğrusu bir yerinde durmak istiyor muyum gibi sorulara uzun zamandır cevap bulamıyordum, sustum...
Ama Selin susmuyor, durmuyor. Durmuyor, çünkü hayatın ta kendisi O. Öyleyse her anını keyifle gözlemlediğim bu hayatı yani Selin’i yazmaya devam etmeli. Benim hayatım mı?... Bu blogun konusu değil ki...

Not: Fotoğraf, Temmuz ayında Ayvalık'ta Teoman'ın kuzeni Osman Bay tarafından çekildi. Teşekkürler Osman...

22 Ekim 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından ...- 25

İki hafta öncesinin en popüler kitabıydı, “KORKMUYORUM! KORKUDAN CESARETE”. Öyle ki tanıtım yazısı yazabilmek için dahi masanın üstüne koyamadım. Her daim yakınlarında olsun istedi Selin. Kitap Tübitak’ın 3-6 yaş arasına hitap eden Erken Çocukluk Kitaplığı’ndan. Nuria Roca yazmış, Rosa Maria Curto resimlemiş ve Ayşe Sarıoğlu çevirmiş. Kitabın sonunda çocukların korkularıyla baş etmesini kolaylaştırmak için çok hoş ve rahatlıkla yapılabilir bazı etkinlikler önerilmiş. Ayrıca bir de anne babalar için gayet faydalı bir kılavuz var.
Kitabı bahar aylarında almıştık ve konusu gereği rafa kaldırmıştık. Çünkü o sıralarda Selin’de herhangi bir şeyden korkma belirtisi yoktu. Durup dururken “korkma kızım” demenin de bir manası olmadığından sırasını bekliyordu. Nihayet bir ay kadar önce neredeyse doğduğundan beri kendi yatağında yatıyor olmasına rağmen (istisnai bazı dönemlerin dışında tabii) aniden yatağında yatmak istememesinin nedenini sorduğumda ya karanlıktan ya kötü rüyalardan ya da seslerden korktuğunu söyleyince, zamanıdır dedim. Havanın gayet güneşli olduğu bir gün kitabı ortaya çıkarttım. Hava durumu nedense bana önemliymiş gibi geldi, hani hava aydınlık olursa gerilmez diye düşündüm, sanırım. Kitabı açtık ve sadece Selin’in korkularını anlatan bölümleri okudum. Sakin sakin dinledi, yerinden kalktı ve odasına yöneldi. O sırada arkasına bile bakmadan “aatık kokmuyoyum anne” dedi. Şaşkın bir vaziyette bakakaldım. Nasıl yani bu kadar çabuk mu? Okuduk ve bitti mi? Haayıııır(mış)! 20 dakika sonra tekrar yanıma geldi ve “anne bii daa okuyayım” dedi. Okudum, yine odasına gitti. Anladım ki kitabı sindirmeye çalışıyor. Neyse uzatmayayım, kitabı diğer sevdiği kitaplar gibi defalarca okutmadı. Arada bir getirip “okuumusun anneciiim?” dedi ama kitabı hep yanında tuttu. Kendi kendine kitabın sayfalarını açıp ve resimlerinden kendi korkularıyla ilgili olan sayfaları bulup uzuun uzun inceledi hatta kendi kendine okuyormuş gibi yaptı. Sonunda karanlık korkusunu aynen kitapta olduğu gibi küçük bir el feneriyle yendi. Gece yatarken matarasının yanına el fenerini bıraktık ve odasına da uykusunu dağıtmayan ama eşyalarını rahatça görebileceği, şu prize takılan lambalardan koyduk. Kitabı okuduğumuzun üçüncü gününde artık korkularından söz etmez oldu. Koridorun ışığını kapalı görüp çok karanlık diye salona geri geldiğinde ne yapması gerektiğini bir iki kez hatırlattık, o kadar.
Çocuğu bir şeylerden korkan –ki bu yaşlarda çocukların korkularının olması son derece doğal, tüm ebeveynlere hararetle tavsiye ederim.

28 Eylül 2010 Salı

Sanal Dünya, Herşey Bomboş!

Ankara’ya döneli bir aydan fazla oldu, araya bayram=İstanbul ve bayramdan önce Nehir meleğin haberi girdi. Ben allak bullak olup günlerce kendime gelemezken ve hayatı sorgulayan bir dolu soruyla boğuşurken elim klavyeye gitmedi. İnternete bile girmek istemedim. Ne blogları, ne Nurturia'yı ne de mesajlarımı okudum. Önceden duyurmadan verdiğim araların sebepleri, bu blogu açmama neden olan uzaktaki aile fertlerimize hemen duyurulup içlerine su serpildiğinden, yazamamak beni çoğu zaman rahatsız etmedi.
Fakat baktım bu sefer biraz dürtükleniyorum sanki. Dikkat edince fark ettim ki beni rahatsız eden yazamamak değil, diğer bloglarda neler olduğundan uzak kalmak. Meraklı biri olduğumdan mı? Hayır! (Meraklarımın hangi konularda yoğunlaştığını öğreneli çoook uzun zaman oldu.) Bu bloglar sayesinde/yüzünden birbirimizin hissiyatını, tepkilerini, yöntemlerini, tecrübelerini ve de fikirlerini ama en önemlisi bebekken artık çocukluk dönemine giren biriciklerini –elbette blog sahibinin yazdığı kadarı ve biçimiyle- tanır, bilir olmuşuz.
Tam da bu sebepten yaklaşık bir aydır süren bu sessiz dönem benim için önemli bir deneyime dönüştü. Hangi blogu neden okuyorum, neden kendimi tutamayıp bazen yorum yapıyorum da bazılarını es geçiyorum gibi soruların cevaplarını yeniden hatırladım. Bana ne katıyor, benden ne alıyor soruları da bir nevi süzgeç oldu. Blog dünyası malum, ayrı bir alem... Yaşadıklarını, hislerini, endişelerini tüm samimiyetiyle paylaşan/ aktaran ve bunu yaparken tahmin edemeyecekleri kadar öğretici olan sağlam kadınlar kadar, o gün yazacak bir şey bulamadığı için öylesine döktürüveren (!) zaman yiyiciler de var. Faydacı bir yaklaşım bu, diyen olabilir tabii. Ama gün geliyor, yaşadığımız dünyanın yapılması gerekli bir sürü işle, takip edilmesi gerekli bir çok olayla ve en önemlisi vicdan sahibi bir insan olmanın yüklediği sorumluluklarla dolu olduğu gerçeğini yüzünüze çarpan şey, sanal dünyanın boşluğu oluyor. Yakın dönemde hepimizi şaşırtan ve lüzumsuzca meşgul eden intihal olayını ve rahatça tekrarlanabilme ihtimalini de göz önüne alırsak, aldatıcılığı da cabası...

Not: Adet edindiğim üzre yine bir Selin fotoğrafı ve elbette konuyla yakından uzaktan alakası yok!:)

15 Ağustos 2010 Pazar

Ve Tarih Tekerrür Etti...

Önceleri kumda oynayıp sadece duşa giriyordu (aynen geçen sene yaptığı gibi). Nihayet buraya geldikten 10 gün kadar sonra nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde denize girmeye ikna oldu (aynen geçen sene olduğu gibi). Şimdi de çıkaramıyoruz. Denizden ancak duşun altında durucaz diyerek çıkartabiliyoruz. Duşta kucağıma gelip yüzüme de su tutayım diyerek suyun altında dakikalarca duruyor. Duştan çıkartmamız ise her defasında olay oluyor (aynen geçen sene yaşadığımız gibi). Ağlamalar, zırlamalar, terliklerini fırlatıp atmalar... Sahildekiler ilk günlerde duştan her çıkışımızda niye ağlatıyorlar çocuğu der gibi bakarken, şimdilerde gülümseyerek seyredip üzerine bir de tebrik ediyorlar.
Havanın durumu malum, saat 17.00’den önce sahile inmemiz imkansız. Denizin en güzel saatleri de 19.00 gibi başlıyor. Önceleri doğal olarak sırayla denize giriyorduk, Selin’i kumda yalnız bırakmamak için. Selin de denize girmeye başlayınca denize birlikte girer olduk. Dün akşam da aile rekorumuzu kırdık. Saat 19.50 civarı hadi artık bugünlük bu kadar, eve gidelim diye toplanırken Selin geldi ve “denize giyeyim” dedi. Teklif gelince redder miyiz? Tabii ki hayır. Hemen kızım dedik hevesle. Biz dünden razıyız zaten. Selin suya girince birimizden duymuş olacak, “deniz yokum (lokum) gibi” deyiverdi. Tabii denizdekilerden bir kahkaha koptu:)
Velhasılı denize girdik, çıkamadık. Güneşi denizde batırdık. “Hoşçakay güneş, yayın göyüşüyüz” dedik. Duştan çıkmak, toparlanmak derken eve vardığımızda hava neredeyse kararmak üzereydi. Selin eve girerken “Baba bak yine kayanyık oodu, aydede geedi” dedi.
Selin denize girmeye başladığından beri günler daha eğlenceli ve çabuk geçiyor. Bir de şu isilik derdiyle uğraşmasaydık daha iyi olacaktı. Gerçi yavaş yavaş sönmeye ve azalmaya başladılar sanki. Bir haftadan sonra sırtındakiler geçti. Yüzündeki, gerdanındaki ve karnındakilerse gece uyurken kaşındığı için biraz daha geç iyileşecek gibi görünüyor. Bu durum peynir beyazı olmanın bedellerinden biridir ve maalesef benim şahsi tecrübelerimle sabittir:)

13 Ağustos 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 24

BURUN. Aylarca en çok satan çocuk kitapları listesinde yer alan böyle popüler kitapları tanıtmak bir hayli zor. Üstelik yeni çıktığı dönemde bir çok yerde çok güzel tanıtım yazıları da çıkmışken. Peki bu durumda tanıtmaya gerek var mı? Evet. Çünkü her çocuk her kitabı başka türlü anlayabiliyor ve her ebeveyn çocuk kitaplarında başka şeyler bulabiliyor. Herkes biliyordur ama ben yine de Marsık Kitap’tan çıkan bu kitabı Yekta Kopan’ın yazdığını ve Şilili Alex Pelayo’nun çizdiğini belirtmekle başlayayım.
Selin’in ilk tepkisi resimlerine bakmak yerine kitabın hikayesini dinlemek oldu. Sanırım resimlere bakınca önce biraz kafası karıştı. Perspektif denen şeyden haberi yok ki çocuğun. Bir de üstelik aynen bu kitapta olduğu gibi ustalıkla oynanmışsa... İlk okumadan sonra “anne bii daa okuumusun?” sorusu en az 6 defa tekrarlandı ama bu sefer her okumada her sayfayı tek tek uzun uzun inceledi. Ali’nin kendi odasında burnunu aradığı sayfada “Anne bak, Ayi aşşada kaamış (Ali aşağıda kalmış)” dedi ve beni bitirdi. Ben perspektif kaygıları taşıyorum anlar mı acaba diye, kızım da tespitte bulunuyor resim üzerine, iyi mi? Sonra kitabı eline alıp kendisi okumaya başladı. “Bii gün bii sabah Ayi buununu kayıp etmiş. Oyaya bakmış, buyaya bakmış. Buyamamış. Annesine soomuş, babasına soomuş. Abyasına soomamış ama abyası göömedim demiş. Annanesi banyoya bak demiş. Ayi buununu ooda buumuş. Çok sebinmiş. Benim buunum buuda anne, suyatımın tam ootasında." Bu esnada işaret parmağını burnuna götürüp kontrol etti, garantici ya:) "Yasasın! Hiç bi yeye gitmemiş.”
Bilmem kitap hakkında başka bir şey yazmama gerek var mı?:) Herkese keyifli okumalar...

10 Ağustos 2010 Salı

Bezden Kurtulma Hikayesi

Tuvalet alışkanlığı kazandırma seanslarına Aralık sonu ufaktan ufaktan başlamıştım. Aslında aylar önce ben tuvaletteyken o da gelip lazımlığına oturuyor ama pantalonunu ve donunu indirtmiyordu. Mira, Yiğit ve Ege’nin bize geldiği bir sabah Mira’yı potette’in üzerinde oturur görünce her şey değişti. Arkadaşları gittikten kısa bir süre sonra altını değiştirmek istediğimde yatmadı ve doğruca lazımlığına gidip pantalonunu indirmeye çalıştı. Anladım ki heveslenmiş Meleğim. Uykudan kalkar kalkmaz hemen bezini çıkarttım ve uyku süreleri dışında bir daha bağlamadım. Takip eden bir kaç gün bol kaçırmalı alıştırma günleri olarak geçti. Sonrasında bir gün lazımlığa oturmayı reddedip tuvaleti gösterdi. Hemen o akşam gidip potette’ten aldım. Uzunca bir süre hep tuvalete oturdu. Sadece biz tuvaletteyken bizi kaldırmaya çalışmak yerine lazımlığın kapağını açıp pannesini -ki o dönemde Selince pantalon demekti :)- indirmeye uğraştı. Sonra lazımlığın ona nasıl bir özgürlük sunduğunu fark etti, potette’in yüzüne bile bakmadı. Tuvaleti biter bitmez ayağa kalkıyor ve donunu, pantalonunu tam olarak çekemediği için mecburi geyşa adımlarıyla bıdı bıdı evin içinde dolanmaya başlıyordu. Bahar gelince hem donunu hem de pantalonunu kendisi çıkarıp giyebildiği için evde ziyadesiyle “free” dolaştı. Havaların aşırı ısınmasıyla birlikte bu kısmi free olma durumu anadan doğma diyebileceğimiz tamamen free olma haline dönüştü:)
Bizim tuvalet meselemizin bu kadar uzamasının en önemli sebebi ara ara ciddi kesintilere uğramasıydı. Mesela evin alışverişini ben yaptığım için havanın soğuk olduğu günlerde evde babasıyla kalıyordu ve babası Selin’in bezi olmadığını işe dalıp ortalık perişan olduğunda hatırladığından evden çıkarken altını bağlayıp ya da bez don giydirip çıkmak zorunda kalıyordum. Yine de en son Nisan ayında İstanbul’a gidene kadar her şey gayet yolundaydı. Kakasını olmasa bile çişini söylüyordu ve çok az kaza yaşıyorduk. Yine gündüz ve gece uykularında uyku donu giydiriyordum tabii. Ama İstanbul’da Deniz’in altının temizlendiğini gördü bir kaç kere ve Ankara’ya döner dönmez tuvaletini söylemeyi kesti. Çok moralim bozuldu. Fazla da üstüne gidemedim, hassas konu diye. Ama bu süre uzamaya başlayınca kendimi tutamayıp fena halde kızdım. En yapılmaması gereken şey olduğunu biliyorum. Ben de insanım, bazen sabrım taşıveriyor işte. Neyse, bunun şokuyla 3-4 gün daha söylememeye devam etti. Sonra bir sabah yüzümüzü yıkamaya banyoya giderken kendisi lazımlığa oturmak istedi. Büyük tuvaletini genelde kahvaltıdan sonra veya akşam üzeri yaptığı için yakalayabilmek daha kolay olur diye düşünüyordum. Ama hiç öyle olmadı çünkü bu sefer uykudayken yapmaya başladı. Bu süre boyunca sabah kalktığında bez donu –biz ona uyku donu adını taktık, hep dolu oluyordu.
İki aydan fazladır, geceleri uykusunda büyüğünü yapmıyor. Artık bezsiz rahat rahat dışarıya çıkabiliyoruz. Dışarıda çişi, kakası geldiğinde hemen söylüyor hatta bazen canı sıkıldığında “çişim yok anne” deyip beni ayaklandırıyor, sonra da tuvalette beyaz balinanın şarkısının söyleyip “bitti galiba” diyor:) Uygun bir yerde değilsek ve potette’ini sokağa kurmak istersem “yannış yey anne!” diyerek ağlamaklı bir vaziyette itiraz ediyor ve uzun süre tutuyor. Son yirmi gündür bu duruma güvenerek gündüz uykusuna da normal donuyla yatırıyorum. Ayvalık’ta olduğumuzdan akşamları uyku donsuz yatırmaya hala cesaret edemiyorum çünkü sıcaktan bunalıyor ve kalkıp kalkıp su içiyor. Ama Ankara’ya döner dönmez normal donla yatırmaya başlayacağım.

Bu tuvalet işi biraz beni uğraştırmış gibi görünse de aslında tam da olması gerektiği gibi süregeldi ve artık nihayete erdi. Bu süreçte annelere naçizane tek bir tavsiyem olabilir: Sabırlı olun!

7 Ağustos 2010 Cumartesi

Uzaktan Sevmek

Her sabah olduğu gibi dün sabah da yine yunusların gösterisi aklına düştü, başladı anlatmaya. Yunuslar bitip morstan bahsederken “başını okşadık, sırtını sevdik” dedi. Ben de nazikçe öyle bir şey yapmadığımızı onları uzaktan, bakarak sevdiğimizi söyledim.
Akşam üzeri sahile indik. Kumda oynarken yanına gidip oturdum ve babasıyla denize gireceğimizi söyledim. Denize ısındırmaya çalışıyorum ya hani, çok sevdiği yunusların haber gönderdiğini, simidiyle denizde onları bekleyen çocuklara merhaba diyeceklerini söyledim. “Ben kumda oynucaaam, denize girmiceem” dedi. Ben de “balıklar da seni bekliyorlarmış” dedim. “Hayıy, gitmiceem” dedi. “Peki balıklara ne diyeyim? Onları görmeye gitmeyecek misin hiç?" dedim. Elindeki tırmığı bırakmadan ve suratıma bile bakmadan, beni kendi lafımla vurdu. “Ben onnayı uzaktan seviyoyum anne!”.

6 Ağustos 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 23

Bu haftanın kitabı BENEKSİZ İNEK, Lal Kitap’tan çıkmış. Yazan Firuzan Gürbüz, resimleyen Erdoğan Oğultekin. Benek ahırdaki en benekli yavru olduğu için bu ismi almış, benekleriyle gurur duyan bir inek yavrusu. Bir gün çayırda kahverengi inek yavrusuna rastlayıp onu incitecek sözler söylüyor ve birlikte oynamayı reddediyor. Ama bir gün çitler boyanırken mavi boya Benek’in üzerine dökülüyor ve masmavi bir inek oluyor. Bu sefer de Benek’in kendisi gibi benekli diğer arkadaşları onunla alay edip oynamayı reddediyorlar. Bir tek kahverengi inek onunla oynamayı istiyor. O günden sonra çok iyi arkadaş oluyorlar.
Kitabın üzerinde hangi yaş grubuna uygun olduğu yazmıyor. Bana okumayı sökmüş olanlara uygunmuş gibi geldi. Kitabın farklı olanlarla alay etmemek üzerine kurulmuş hikayesi aslında çok daha kısa anlatılabilir ama sanki bilhassa cümleleri fazla olsun istenmiş. Kitabın sonlarında iki inek yavrusunun –ki niye buzağı denmemiş anlayamadım, aralarındaki konuşma fazla “bilgece” olmuş. Kahverengi buzağının söylediği “farklı olmak bazen güzeldir” cümlesindeki “bazen”i de anlayamadım. Neye göre, ne zaman, nasıl? Çizimlere gelince; inekler çok sevimli. Zaten inekler, bir kaç ot, böcek ve bir boyacı ustasından başka da bir şey yok.
Ben kitabı bir hayli kısaltarak okudum Selin’e. İnekleri çok sevimli buldu ve ben inek yavrusu dedikçe buzağı diye beni düzeltti. Her zaman yaptığı gibi 4-5 kere okutmadı. Bir kere okumamı yeterli buldu, ertesi gün ve sonraki gün de birer kere okuduk. Ayvalık’a geldiğimizden beri de hiç okumadık, eline alıp resimlerine bile bakmadı. Ben ayrımcılık üzerine fazla kitap olmadığı için yine de tavsiye ederim bu kitabı. Bu konudaki en esaslı kitap olan Müzisyen İnek Sırma’nın tanıtımı da yolda.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

İlk Ayrılık!

İki gece önce bir ilki daha yaşadık. Ankara’da çekirdek aile olarak yaşadığımızdan Selin’i herhangi bir akşam mesela bir akrabamıza bırakıp sinemaya gitmemiz mümkün olamıyor. Ayvalık’a vardığımızda her yerde Sertab Erener konserinin afişlerini görünce gidelim dedik ama bilet almakta çok geciktik. Hatta Teo’nun kuzeninin oğlu Osman olmasaydı gidemeyebilirdik. Neyse biletler alındı, ayarlamalar yapıldı ve Selin’i babaannesiyle dedesi gelip aldılar, Sarımsaklı’ya götürdüler. Ben akşam uyumamazlık etmesin diye gündüz uykusuna yatırmadığımdan taksiye bindiğimizde gözlerini açık tutmak için olağanüstü gayret sarf etti meleğim. Bu arada takside yola babaanne ve dedeyle devam edeceğini, bizim taksiden inip ona bir şeyler alacağımızı ve uyumadan önce gelmeye çalışacağımızı anlattım. Pek ilgilenmedi. Uykusuzluktan anlamadı galiba, tam inerken arıza çıkaracak diye beklerken bize el salladı. Biz Açıkhava tiyatrosunun önüne gelip indik, onlar devam ettiler. İlk kez bizden ayrı bir gece geçireceği için Teo da ben de heyecan içindeyiz ve 3,5 atıyoruz. Konser ilan edilen saatten biraz daha geç başladı, Sertab Erener her zamanki gibi şahaneydi, yeni albümünü çok beğendik ve almaya karar verdik filan filan... Konser başlamadan kızımızı bir arayalım dedik. Sevinç çığlıklarını duyduk, rahatladık. Konser bitince aradığımızda ise çoktan uyumuşlardı, yine rahatladık. Buraya kadar hiç bir şey yok tabii.
Sabah olup telefona sarılınca kızımızın ‘bir kere bile’ tekrar ediyorum ‘bir kere bile’ bizi sormadığını şaşırarak öğrendik. Valla ben şahsen şaşırmaktan ziyade fena halde bozuldum. Yani daha önce bir sebepten Selin’i tam 6 saat süreyle Binbir Çiçek’te bırakmıştım ve o zaman da sormamıştı ama bu sefer gece de birlikte değildik. Elbette ağlamasını filan istemem, beklemem de ama hani yani bir kerecik olsun da annem babam nerde demez mi bir çocuk? Hayır! Bizimki dememiş. Peki, madem sormamış, bizde kendimizi pazara vuralım bari deyip haftalık alışverişimizi yapmaya gittik. Döndüğümüzde bahçede oturup bizi beklerken bulduk. Beni görür görmez kollarını açarak koşmaya başladı meleğim. Kucağıma alıp sarıldığımda sıkı sıkı boynuma sarıldı ve uzun süre öyle kaldı. Sonra babasının kucağından inmedi uzun bir süre.
Babaannesi uyumadığını söylediğinde babası yukarı çıkarıp uyutmayı denedi. Ben bir taraftan mutfakta aldıklarımızı dolaba yerleştirmeye çalışıyorum, bir taraftan da uyudu mu diye seslerini dinliyorum. Kısa bir süre sessizlik oldu. Ben tam “hah, tamam uyudu nihayet!” derken “Ey ahali!” tadında bir seslenişle “ben kaktım, ben kaktım” diyen sesini duydum meleğimin. Merdivenin başında durmuş bekliyor. Ben de yanına çıktım ve “baban nerde?” diye sordum. “Baba uyuyoy, ben kaktım” dedi gülerek. Sonrası...babayı uyandırdık, mayoları giyip denize gittik. Valla biz taksiden inerken ağlamamıştı ama babaannesiyle Sina dedesi giderken epey ağladı. Hepi topu 2-3 dakika sürdü ama ‘beni kederimle yalnız bırakın’ edasıyla hem ağlayıp hem de hızlı hızlı yürüyerek yanımızdan uzaklaşmaya çalışması görülmeye değerdi:)

30 Temmuz 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...- 22

Takıntılı kadınım ya, bu başlıktaki kitap tanıtımlarını sadece cuma günleri yayınlıyorum ya, tam da bu sebepten 3 haftadır bekliyor bu yazı desem...
Redhouse Kidz’in bastığı, öyküsü Marisa Nunez’e çizimleri Helga Bansch’a ait bu haftanın kitabı ÇİKOLATA, sevimli bir su aygırını anlatıyor. Çikolata isimli bu su aygırı bir gün banyolarını denemek için şehre gider. Önce insanların çıplak olduğu için kendisine baktığını düşünür ve bir mağazaya gidip kıyafetler alır, sonra bir restoranda yemek yer ve banyolara gidip yeni şahsiyetlerle tanışıp sohbet eder. Sonra arkadaşına hediye olarak kitapçıdan bir kitap alır ve o gece bir otelde kalır. Ertesi gün yine yaşadığı yere geri döner. Gölde arkadaşlarıyla çamur banyosu yaparken bunun, dünyanın en güzel banyosu olduğuna karar verirler.
Kitap her şeyden önce farklı çizimleri ve renkleriyle dikkatini çekti Selin’in. Kitaptaki insanlar siyahi yani Afrikalı. Bilhassa kadınlar ve kıyafetleri, Brüksel’de sık sık rastladığım ve kıyafetlerinin renklerine, ahengine hayran olduğum Kongolu, Senegalli kadınları hatırlattı bana. Kitapta kullanılan renkler, karakterler kısacası her şey çok farklıydı ve Selin kitabı ilk kez okumamdan sonra bir süre tek kelime bile etmeden sadece resimlerine bakıp inceledi. Özellikle Çikolata’nın arkadaşı Çitlembik’e kitap seçmeye çalıştığı sayfada çok yakın plan ve sadece gözleriyle kafası çizilmiş siyahi kadına uzuuun uzun baktı ve “yüzü neede anne?” diye sordu. Kitaba alıştıktan sonra yine aynı şey oldu ve kitap defalarca okundu. Çok çok sevdi kitabı ve “anne bu deiişik bir tipak” dedi.
O anda fark ettim ki çocuklarımız da bizim gibi batı kaynaklı kitapları okuyarak ve bu kitaplarda sadece beyaz insanlar görerek büyüyorlar, hadi en fazla çekik gözlü karakterler görüyorlar. Tümüyle beyazlardan oluşan bir kitapta bir tane siyahi veya uzakdoğulu karakter olunca kitaba bir hoşluk katılmış oluyor ve genellikle bu kitaplarda ayrımcılığın kötü bir şey olduğu anlatılıyor ama bu da bir çeşit ayrımcılık sanki. Çünkü bir dolu beyaz çocuğun arasında numunelik bir siyahi veya uzakdoğulu çocuk, tam da bu ayrımcı ve hatta ırkçı algıyı güçlendirici nitelikte. Acaba daha çocuklarımız küçükken bu tarz kitaplarla algıda bir seçicilik mi yaratıyoruz? Onların ayrımcılıkla ilgili hiç bir fikri yokken bu kitaplarla gözlerine mi sokuyoruz? Bunu aşmanın yolu Çikolata gibi kitapların çoğalmasını talep etmek sanırım. Bilhassa bu ülkede annelerin en çok bu tarz kitaplara ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum ve buradan Türkiyeli çocuk kitabı yazar ve çizerlerinden, eserlerinde arap, roman, kürt, laz, çerkez, ermeni, rum, yahudi, süryani çocuklarını ve kültürlerini anlatan temalara yer vermelerini istiyor daha doğrusu talep ediyorum.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails