7 Mayıs 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-13

Bir CEMİLE çılgınlığı yaşıyor Selin son günlerde. Hani mümkün olsa her gece başka bir Cemile kitabını okuyacağız. Hoş, şimdiye dek 4 kitap etti ya... Bir kere okumayla kalsa iyi, her gece aynı kitabı en az 3 kere okuyoruz. En son okumayı da Selin “Dün sabaah” diye başlayarak yapıyor:) Çeviri (Seda Darcan Çiftçi’ye ait) gayet başarılı olmakla birlikte ziyadesiyle devrik cümleler var ve çoğunu değiştirerek okumak durumunda kalıyorum. Kitap yine bir Belçikalı işi. Orijinali “Camille” olan seriyi Aline de Pétigny yazmış, Nancy Delvaux’da resimlemiş. Belçikalılar bu işi cidden iyi biliyor. Çünkü esaslı bir “bande dessinée (çizgi roman)” okur kitlesi var. Koca koca insanlar, elbette içerikleri kendi yaş gruplarına uygun kitapları ayıla bayıla alıp okuyorlar. Böyle bir kültür oluşmuş ülkede. Brüksel’e ilk gittiğimde kitapçılarda bu kitaplara ayrılan bölümleri görünce çok şaşırmıştım. Dolayısıyla bu tür başarılı serilerin Belçikalıların elinden çıkmasına şaşırmamak gerek.
Aslında ben bu tarz çocuk kitaplarından hiç haz etmem. Bir de yayınevinin kapağına neden koyma gereği duyduğunu bir türlü anlamadığım ve beni huylandıran ‘karakter eğitimi’ vurgusunu görünce uzun zaman uzak durdum bu seriden. Fakat geçenlerde her İstanbul’a gidişimizde evin kalabalığı ve canlılığı dolayısıyla uyumak istemeyişini hatırlayıp bir deneyelim bakalım dedim ve giderken “Cemile uyumak istemiyor” kitabını aldım. Meğer kızım böyle bir kitap beklermiş. Ankara’ya dönünce İstanbul’da Deniz’in altının değiştirildiğini görüp çişini kakasını söylemekten vazgeçince “çişini altına yapıyor” u aldım. Acayip işe yaradı ve en azından çişini yeniden söylemeye kakasını da belli etmeye başladı. “banyo yapmak istemiyor”u kaç kez okuduğumuzu hatırlamıyorum. Son iki günün yıldızı ise çıkartmalı kitaplardan “kek pişiriyor”. Bu akşam lazımlığında bu kitabı okurken ilettiği özel isteği üzerine yarın birlikte kek yapacağız:) Önümüzdeki günlerde yapacağımız kısa tatile hazırlık olsun diye “yüzmeyi öğreniyor”u da aldım ama henüz okumadık. Tatile gidince okumayı düşünüyorum. Bu yazıyı yazmadan önce Cemile üzerine yazan var mı diye baktım. Sevgili Raife’nin (Polat) çocukluğumda bütün kitaplarını neredeyse onlarca kez okuduğum, o herşeyin idealize edildiği, çizimlerinin kusursuz ve karakterlerin fazlaca “beyaz” olduğu Ayşegül serisine arkadaş geldi diye müjdelediği şu yazısına bir göz atın, derim. Elbette bu seriyi çok beğenenlerin yanı sıra içeriği felaket diyen anneler de var. Ben seriyi fazlacana doğrudan öğretici bulmuş ve pek beğenmemiş olabilirim ama kızım beğendi ve zevkle okuyup okutuyor. Bana da bu noktada susmak düşüyor. Çoğumuz gibi ben de kişiliğini oluşturmaya çalıştığı bu ilk ergenlik döneminde tercihlerine, isteklerine en yüksek düzeyde saygı göstermeye çalışıyorum elimden geldiğince.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

İstanbul Günleri 2

İstanbul günleri bu sefer Selin için çok eğlenceli geçti. En son Eylül ayında gittiğimizde Deniz daha tam yürüyemiyordu. Aradan geçen sürede yürümeyi bırakın koşmaya ve bayağı bayağı futbol oynamaya başlamış. Bir de acayip dillenmiş, gerçek bir papağan. Her duyduğunu söylüyor, sonra da unutmayıp doğru yer ve zamanda kullanarak bizi dumura uğratıyordu. İlk gittiğimizde Selin’e bıdır bıdır bir şeyler anlatıyor, arada da sorular soruyordu. Baktı Selin cevap vermiyor, kafasını çevirdi ve gayet yüksek bir tondan “Selin, konuş!” dedi:) Hoş, nazlı kızım ancak bir iki gün sonra mır mır bir şeyler söyledi ama yine de bu durum Selin’in işine yaradı tabii. Alışma devresi bitince Meleğimin dili acayip açıldı.
Koridorda Ahmet dayılarıyla futbol oynarken Deniz ‘gooool’ diye bağırıp bağırıp kendini yerlere attı. 3 dakika sonra Selin’i de topa vururken ve yerde ‘gôôôl' diye bağırmaya çalışırken gördüm. Kibar ya, sesli harfleri inceltmeden söylemediği gibi bağıramıyor da:)
İlk iki buluşmalarında Deniz Selin’i ittirerek kendine yol açarken veya elindekini almak için gayri ihtiyari vururken Selin de ağlamaya başlıyordu. İki gün sonra bir baktık, Selin tırnaklarını çıkarmış (gerçekten, şaka yapmıyorum) Deniz’in suratını tırmalıyor. Sonunda bir şekilde anlaştılar ve kalan günlerini çok ufak müdahalelerimizle can ciğer kuzu sarması şeklinde geçirdiler. Selin şimdi sabah akşam “kaadeş Deniz” diyerek sayıklıyor. Deniz de durup durup gayet üzgün bir sesle “Selin Ankaya’ya gitti” diyormuş.
Büyük ablamlara ilk gidişimizde hava biraz bulutluydu ve bahçeye çıkmaları mümkün olmadı. Önce Deniz, Selin’e kargaları gösterdi, sonra biraz birbirlerini hırpalayıp, uyudular. Uyanınca bu sefer Deniz’in odasında oynadılar. Doğal olarak Selin neye elini atsa Deniz istiyor, Deniz neyle oynasa Selin de oynamak istiyor. En sonunda ikisini de yatağa çıkarıp önlerine paylaşamadıkları oyuncağı koydum ve sen şu tuşlarla sen de şunlarla oynayabilirsin diyerek aralarında bölüştürdüm. Sonuç şahaneydi, 20 saniye kadar birlikte oynayabildiler:)
Sonraki buluşmalarında artık iyice birbirlerine alışmışlardı. Pisi kedisini ve Kitty’sini kimselere vermeyen kızım Akvaryum’a giderken Deniz’in elinde oyuncak olmadığını görünce hemen Kitty’sini uzattı:) Çok duygulandık, “ayy canııım!” tepkisi verdik ve olay bitmiştir, dedik.
Bu gidişimizde de bahçeye çıkmak ve içeri girmek konusunda epey bir mücadele ettik Selin’le. Önce bahçedeki kurumuş yaprakları su dolu büyük bir yoğurt kabına tek tek attı. Kesmedi, çiçekleri suladı. İçinde çiçek olmayan toprak dolu saksılara bile su döktü. Hem bahçeyi hem de kendini sular içinde bıraktı. Bir ara bulutlar güneşi kapatıp havanın rengi griye dönünce biraz üşüdü de “biyaz soûk, üşüdü, yêni blûz giy (biraz soğuk oldu, üşüdüm, yeni bluz giyeyim)” dedi ve nihayet eve girdik.

Devamı var... Turkuazoo ve Dolphinarium'da... Üstelik bol fotoğraflı ve videolu...

30 Nisan 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-11, 12

Bu haftanın ilk kitabı Esin Yayınevi’nin ‘İlk Kitaplarım’ serisinden DENİZ CANLILARI. Son İstanbul gezimizde Selin’in epeydir süre gelen ilgisini de dikkate alarak Turkuazoo ve Dolphinarium’a gittik (yazı ve fotoğraflar yolda). Artık her gün en az on defa “unuus, bi burdan bi burdan hop hop atla” diyerek yunusların şovunu anlatıyor. Ben de Ankara’ya döner dönmez deniz hayvanlarıyla ilgili bir kitap alayım dedim ve Dost Kitabevi’nin yolunu tuttum. Çizimler abartısız ve sevimli, renkler çok canlı, her sayfada her bir hayvanla ilgili son derece basit, bir cümlelik bilgi var. ‘Ahtapotun sekiz kolu vardır’ veya ‘Denizyıldızının ağzı karnının altındadır’ gibi. Aslında bu kitabı daha önce görseymişim iyi olurmuş. Zannımca 18 aydan hatta 1 yaşından itibaren okumak uygun olabilir. Şu sıralar Selin için iyi olan tarafı o bir cümlelik bilgileri gerçekten anlaması ve tekrar ederek öğrenmesi.
İkinci kitabımız, suratına su gelmesi korkusunu tam da suratına su dökerek yani üzerine giderek çözdüğümüz Selin’in, banyo azabını azaltmak için aldığımız Pati Eğitim Gereçleri ve Elektronik Ltd. Şti’nin ‘Rüya’nın Maceraları 1’ serisinden RÜYA BANYODA. Açık söyleyeyim, banyoyla ilgili bir sorunumuz olmasaydı bu müzikli kitabı almayı katiyen düşünmezdim. Metin topu topu 14 cümleden oluşuyor ve maalesef kötü bir Türkçeyle yazılmış. Resimler de pek ahım şahım değil. Konuyla ilgili üç tane şarkı(?!) var, her biri yaklaşık 20 saniye sürüyor. Tek iyi tarafı da bu şarkılar zaten. Serinin diğer kitaplarındaki şarkıların aksine (bir kaç tanesini maalesef dinledim de...) üç şarkıdan ikisi idare eder. Biz banyodan 1-2 saat önce kitabı Selin’in görebileceği bir yere koyup şarkıları bir kaç kere dinleyerek hazırlanmasını sağlıyorduk. O zamanlar biraz da olsa işimize yaramıştı:)

25 Nisan 2010 Pazar

İstanbul Günleri 1

Anlatmaya nereden başlasam bilemedim. 3 Nisan’da İstanbul’a gittik Meleğimle. Bütün kış domuz gribiyle korkutulmuş ve fakat aşı yaptırmamaya aslanlar gibi direnmiş fena halde İstanbullu bir anne olarak “Yetti gari bozkırı bu kadar beklediğimiz. Benim 2-3 değil yüksek dozda boğaz havası almam lazım, gidiyoruz” dedim ve Selin’le yola çıktık. Yanıma giysiler ve oyuncakların yanı sıra yedek belleğime yüklediğim blog yazı ve fotoğraflarımı ve elbette fotoğraf makinemi de almıştım. 18 Nisan günü eve dönerken İstanbul’da kaldığımız sürede bilgisayarın başına sadece 3 kere ve 5 dakikalık sürelerle oturabildiğimi fark ettim. Ablamın bilgisayarı akşamları Selin’le yattığımız odada olduğundan uyku saati geldiğinde kullanmak mümkün olmadı. Gündüzleri de bütün vaktim genellikle yine Selin’le geçti. Sonuçta ne kendi bloglarımı güncelleyebildim ne de arkadaşlarımın bloglarına bakabildim.
Ama meleğimin hakkını yemeyeyim. Bu sefer yanımda olmadan ya da uyku saatine denk getirmeden 3 kere yalnız dışarıya çıkabildim. İlkinde üyesi olduğum derneğin genel kurul öncesi üye toplantısına katıldım, yıllar sonra. Selin’e “ben şimdi toplantıya gidiyorum, akşam döneceğim” dedim. Bana “taman anne dit, topyan gey (tamam anne git, toplan gel)” dedi:) ve hatta gidişimle hiç ilgilenmedi. Çünkü yeğenimin oğlu, kendisinden 8 ay küçük Deniz’le bahçede oynamaya başlamışlardı. Ben rahatça çıkabileyim diye o gün sabahtan büyük ablamlara gitmiştik ve şansımıza hava çok güzeldi. Bahçeye konulan kaydırakla ve ilk defa bindiği (ve inmek istemediği) 3 tekerlekli bisiklet turlarıyla keyfi arşa vurdu. Gidişim umurunda olmadı ama döndüğümde ‘gözüm yollarda kaldı’ bakışıyla karşıladı beni hatta sarılmak için önce biraz nazlandı.
İkinci çıkışım İstanbul’un en özel köşelerinden birine, Eminönü’ne gitmek içindi. Kaç sefer, çok istediğim halde gitmeye fırsatım olmamıştı. Benim için önceleri üniversite yıllarımın geçtiği sonrasında da turizmci olarak çalıştığım yerler olmaları sebebiyle Eski İstanbul’un çok büyük önemi vardır. Oraları bir başka severim. Bu sefer dayımın, torunu Naz için aldığı ve ballandırarak anlattığı oyuncaklardan almalıyım diyerek yola çıktım ve soluğu Yeni Camii’nin önünde aldım. Neden orası derseniz, Yeni Camii’nin önünde bir alt geçit var. Bu alt geçitte de 3-4 tane oyuncakçı dükkanı. Ankara’da sıradan bir oyuncakçıda fiyatı 18-25 TL arası değişen bir oyuncak ütüyü –ki aynı marka- buradan 10 TL’ye aldım. Bilhassa ışıklar yanan kuyruğunu sallayarak, çalan müzik eşliğinde dolaşan Nemo’ya bayıldım. Tabii Selin de bayıldı. Abartmıyorum, 2 oyuncak fiyatına 6 tane oyuncak aldım. Yok yok, hepsi Selin’e değil, Deniz’e de aldım.
Oradan Mısır Çarşısı’na gittim. Kızımın siparişi olan “badem, simme, ay” aldım. Tercümesi bildiğimiz badem fakat kesinlikle Datça bademi, Amerikan olanı yemiyor. Simme, iç antep fıstığı (ne alaka dii mi?). Ay da kaju; şekli aya benziyormuş da...
Uzun zamandır hasret kaldığım bir şeyi yapmak üzere yani en yakın arkadaşlarımla buluşmak üzere dışarıya yalnız çıkışım da sonuncusuydu. Eskiden, işin gücün arasında 5 dakika vakit bulsak bir kadeh bir şey içmeye, eş dostla laflamaya ya da iki satır bir şeyler okumaya kendimizi atıverdiğimiz, evimizin salonu gibi rahat ettiğimiz, kısacası her daim takıldığımız Beyoğlu’ndaki Kaktüs Kafe’de buluştuk ve hep yediğimiz şeyleri ısmarladık. Hava çok güzeldi ve bu buluşma bana çok iyi geldi.
Selin’le Deniz’in muhabbetleri ve birlikte yaptıklarımız da bir sonraki yazıya kalsın. Yoksa uzunluğundan okunamaz bir yazı olacak.
Bu sefer ki İstanbul seyahatimizin içimi yakan tarafı da vardı. Bir ay kadar önce geçirdiği beyin kanaması sebebiyle hastanede yatan çok sevgili Gürkan eniştem vefat etti. Ben onu çocukken hep Ediz Hun’a benzetirdim. Çok yakışıklı, çok kibar bir adamdı. Kibar yaşadı, kibar öldü. Işıklar içinde uyu enişteciğim.

Not: Yukarıdaki fotoğrafı Selin 11 aylıkken çekmiştim.

23 Nisan 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...-9,10

Bu hafta iki kitap birden tanıtacağım elimden geldiğince. Bir önceki yazıya bakınca anlaşıldığı üzere yaklaşık bir aydır, değil kitap tanıtımı tek bir satır bile yazabilmiş değilim. Arayı kapatabilmek için bu ve önümüzdeki hafta ikişer kitaba yer vereceğim. İstanbul'da geçirdiğimiz günlerle ilgili yazılar da yolda.
Bu haftanın kitapları T. İş Bankası’nın ‘el yazısı öğreniyorum’ serisinden ve ilk kitap Joanne Partis’in, ÇİZGİLİ. Bu kitapla ilk kez tiyatro sonrası Banu'lara gittiğimizde tanışmıştık. Miracığım çok sevdiği için getirip elime tutuşturmuş ve “oku” demişti:) Ben de kızları kanepeye oturtup bu kitabı okumuş ve bayılmıştım. Selin de çok sevmiş ve ilgiyle dinlemişti. Sonrasında bir iki hafta boyunca bu kitabı aradım ama bulamadım. Meğerse daha önce büyük boy ve matbaa harfleriyle basılmışken bu sefer daha küçük boyda ve el yazısı ile basılanı kitapçılara yeni yeni geliyormuş.
Kitaba gelince... Öncelikle çizimlerin insanda ‘ne var bunda, ben de çizerim bunu’ hissi yaratan, sanki bir çocuğun elinden çıkmışcasına abartısız ama kesinlikle usta işi olmasından başlamalıyım. Sonra seçilen renklerin koyuluğuna rağmen insanın içini neşeyle dolduran canlılığından ve tabii hikayenin akıcılığından bahsetmeliyim. Kitabın kahramanı Çizgili bir yavru kaplan. Ailesinin “ormana gitmemelisin, tehlikelidir” uyarısına aldırmadan, merakına yenilerek ormana gidiyor ve başına türlü türlü işler geliyor. Sonunda da evine dönüp anne babasına “neden ormana gitmesini istemediklerini çok iyi anladığını” söyleyip yorulan her yavru gibi uyuyuveriyor. Selin için kaplan, aslan ve diğer bütün kedigiller ‘piisi’ sınıfına girdiğinden kitabı sevmemesi neredeyse imkansızdı. Yolda giderken, gelirken, hep bu kitabı okuduk, okuyoruz. Bu kitapla ilgili bir anekdotumu anlatmadan geçemeyeceğim. Kitabın bir yerinde Çizgili, timsahlardan kurtulayım derken bir mağaraya girdiğini sanıp balinanın ağzına giriyor. Kurtulmak için balinanın damağını gıdıklayarak hapşırtıyor ve havaya fırlayarak dışarıya çıkıyor. Bu kitabı kızlara okuduğum gün Naile’yle buluşmak üzere Kukla Kebap’a gitmiştik. Bir ara Mira’nın uzaktan bana seslendiğini duydum. Çocukların oynaması için konan oyun konsolunun içine girmiş, “Çiiidem, bak ben mağaraya girdim” diyordu:)
Stephen Cartwright tarafından resimlenen ve Heather Amery’nin Türkçe’ye YARAMAZ SIRMA İLE AYICIKLAR adıyla çevrilen kitabında sıra. Hikayenin tamamı ‘miş’li geçmiş zamanda yazılmış ve doğal olarak öykü masalımsı bir havaya bürünmüş. Çizimlerini çok özgün bulduğumu söyleyemeyeceğim. Bazı sayfalardaki ev içi çizimleri de (dekorasyon açısından söylüyorum) bana çok karışık geldi. Gözü yoruyor ve ilk bakışta algılamayı kolaylaştırmıyor. Hikayenin sonunu da hiç beğenmedim. Yaramaz Sırma’nın özür dilemeden ve hatta hiç bir şey söylemeden koşarak evine gitmesi ve bir daha da geri dönmemesi beni çok rahatsız etti. ‘Ortalığı yık, kır, geçir, sonra da hiç bir şey demeden, arkana bile bakmadan kaç git’ düşüncesini meşrulaştıran bir son gibi geldi bana. Ben kitabın sonunda mutlaka, Sırma’nın bir demet çiçekle geri dönüp ayıcık ailesinden özür dilediğini, sonra yavru ayıcıkla beraber bahçede oynadıklarını söylüyorum. Selin bu kitaba çok uzun zamanda alıştı. İlk 3-4 seferinde şöyle bir sayfalara bakıp kenara koydu. Yaklaşık bir ay boyunca ne zaman önüne koysam kafasını çevirip ilgilenmedi. Kitabın bir kaç sayfasında bir kedinin ya kafasının ya da kuyruğunun göründüğünü fark edip hemen meleğime gösterdim. Ancak o zaman kitabın bütün sayfalarını tek tek çevirip resimlere bakmaya başladı. Halbuki içinde hiç piisi olmayan bir çok kitabı var ve hemen hemen hepsini uzun uzun inceliyor. Geçenlerde bir akşam kitabın sonuna geldiğimizde ben yine kendi uydurduğum sonu anlatırken biten sayfalara baktı ve bana dönüp “A-a, neede?” diye sordu:) Anlattığım şeyin kitapta olup olmadığını anlıyor artık.

26 Mart 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-8

Bu haftanın kitabı yine T. İş Bankası Yayınları’ndan. Ian Whybrow’un yazdığı, Rosie Reeve’in resimlediği GOFRET İLE BABASI. Baba fare Susam, sabah dışarı çıkmadan önce oğlu Gofret’le her zamanki tedbirlerini tekrar eder. Bir şey unutup unutmadıklarını sorar ve Gofret unutmadık deyince aceleyle yola koyulur. Gofret büyük kedinin onu rahatsız etmemesi için evde yapması gereken her şeyi sırayla yapar ve aniden babasıyla çok önemli bir şey yapmayı unuttuklarını farkeder. Babasının peşinden seslenir, sesini duyuramaz. Bunun üzerine babasının peşinden koşmaya başlar, bir türlü yetişemez. Baba fare ambara girip çuvalını buğdayla doldururken kedi de takiptedir. Kedi tam baba fareyi yakalayacakken Gofret gelir ve var gücüyle babasına “çok önemli bir şey unuttuk” diye bağırır. Babası çuvalını düşürür, gürültü olur ve kedi kaçar. Gofret “sabah birbirimize sarılmayı unuttuk” der ve babasına sarılır. Sonra da evlerine döner, güzel bir yemek yerler. Babası Gofret’i yatağına yatırır ve bu sefer ona sıkıca sarılmayı unutmaz.
Bu kitabı konusuna uygun olarak babası okudu Selin’e. İlk okuduğumuzda önce resimlerdeki ‘piisi’ye takıldı doğal olarak. Beş dakika sonra ikinci kez okumamızı istedi. Bu sefer ben okudum kitabı. Kitap bitince yerinden kalkıp babasına doğru gitti ve en cilveli, en yumuşak sesiyle ‘baba baba’ diyerek boynuna sarıldı:) Selin zaman zaman kitabı alıp getiriyor ve önce babasının sonra da benim okumamı istiyor. Hem anlatım dili hem de resimleri çok güzel bir kitap. Sade ifadeler ve yumuşacık renkler seçilmiş. Kitabın boyutu ince kuşe kağıda basılmış olmasına rağmen çocukların tutabileceği büyüklükte ve kapağı da kalın kartondan olduğu için Selin kendi başına sayfaları çevirmekte zorlanmıyor.
Not: Köprü vermek üzere T. İş B. Kültür Yayınlarının sitesine baktığımda bu kitabın MEB’in belirlediği el yazısıyla basılmış olanını da gördüm.

23 Mart 2010 Salı

Teselli, Bale, Nasıl Yani?...

Bu hafta sonu da çok hareketliydi. Cumartesi günü yine mutat Orff dersine gittik veee bu sefer fotoğraf çekebildim. Çünkü benim Munise kızım azıcık ortalığı velveleye verdi. Nasıl mı? Ders sırasında Çağrı öğretmen çocuklara tam ellerine uygun kısa bagetlerden veriyor. Bazen birbirine vurarak bazen yere vurarak bazen de benim kızım gibi kaloriferin üzerinde gezdirerek ses çıkarıp ritm tutmayı öğreniyorlar. Buraya kadar bir sorun yoktu ama ne zaman ki bagetler toplanmaya başladı, Selin “katiyen vermem” moduna girdi. Öğretmeni “kalabilir, sorun yok” dedi ama bu sefer de başka çocuklar gelip “hepsi toplandı, niye sende var hala” edasıyla elinden almaya çalıştılar bagetlerini. Selin de ağlamaya başladı ve film de bu sahneyle açıldı. Selin’in ağladığını gören Mira ve Zeynep derhal bulundukları yerden kalkıp Selin’in yanına geldiler ve sarıla okşaya teselli etmeye başladılar. Bir taraftan sırtını sıvazlıyor bir taraftan kendilerince “üzülme olur böyle şeyler” diyorlardı. (Bakınız yukarıdaki seri fotolar.) Tek kelimeyle...koptuk!:) Neyse ki dersin sonlarına doğru oldu bu olay. Ben de bu duraklamadan istifade, biraz fotoğraf çekebildim.

Ders bittikten sonra hava güzel diye biraz dışarıdaki salıncaklarda oyalandılar. Önce Zeynep Selin’i, sonra Selin Zeynep’i salladı. Sonra baktılar böyle olmuyor, başka bir salıncakta sırt sırta verip birlikte sallandılar. Komik ötesiydi halleri:) Selin oyun parkını bırakmak istemedi. Tam Zeynep de Selin’e katılmak üzereydi ki “hadi ama yemeğe gidiyoruz” dedik ve Zeynep anında tırmanmayı bırakıp “mamma hı hı, mamma hı hı” (tercümesi “Ayol, yemek yemek varken burada oynanır mı? Kalk, gel çabuk”) diyerek gidip Selin’i kolundan çekiştirmeye başladı:) İşte nasıl oldu bilmiyorum, Selin’i bir şekilde arabaya binmeye razı edebildik ve hem yemek yemek hem de yeni bir oto koltuğu almak üzere hep birlikte Armada’ya gittik. Yemeklerini ve sezonun ilk dondurmasını afiyetle yediler.
Oto koltuğu meselesi epeydir gündemimizde yer işgal ediyordu. Uzun zamandır da Meleğim oto koltuğunda boyunun uzunluğu yüzünden bacakları neredeyse ön koltuğa değecek şekilde oturuyor ve maalesef koltuğun kendi emniyet kemeriyle bağlanamıyordu. So olarak koltuk bir de dar gelmeye ve meleğimin omuzları önde durmaya başlayınca uzatmayalım bu işi dedik. Biraz araştırınca baktım ki şimdi bir klasik oto koltuğu alacak olsam en fazla bir yıl kullanabileceğiz. Fiyatları da acayip. Şu boosterlardan alsam olmaz mı derken Banu sağolsun pek destekledi beni. Geçen hafta aynısından alan Umurcuğum da “Ada çok rahat etti, biz de çok memnun kaldık” deyince almaya karar verdim. Fiyatı da çok uygun gerçekten. İlgilenenler için bkz. Aradığımız modelin istediğimiz rengini bulamadık, sipariş verdik. Bu arada, yeni sezon çocuk eşyalarına ve oyuncaklarına bakarken kendimizi kaybetmeyelim diye de Banu’yla epey bir uğraştık. Eve vardığımız saat uyumak için bir hayli geç bir saat olunca Selin kendini oyuna verdi ve akşam 21.15 civarı artık uykusuzluktan sallanarak yatağa düştü:)
Pazar günü Meleğim ilk defa bale gösterisi izledi, arkadaşları Mira ve Zeynep’le. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin Küresel Isınma isimli çocuk balesini, çok gürültülü ve slayt gösterimindeki bazı kareler ilkokul ve hatta ortaokul çocukları için bile ürkütücü olsa da gözünü ayırmadan dans eden ablaları seyretti. Tabii ki gösterinin sonunda ortalığa çıkıp döne döne dans etti. Salondan ayrılmadan önce bir de sahneye çıkmak istedi. Üçünü de sahneden yine yemeğe gidiyoruz diyerek aşağıya indirebildik. Selin’e gösteriyi beğendin mi diye sorduğumda keyifle “ebeet (evet)” dedi.
Yemekten önce Banucuğumun kuaförüne uğrayıp şip şak saçlarımı kestirdim ve böylece uzuun bir zamandan sonra nihayet saçlarını açık bırakabilen kadınlar arasına karıştım. Saçlarım kesilirken kızlar dönüp dönüp beni seyrettiler. Tam yerdeki saçları toplamaya girişiyorlardı ki... işimiz bitti.
Yemek faslı yine bir alemdi. Bahçeli 3. Caddede –ki benim çocukluğumun ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği semt olması sebebiyle iyi bilirim ve çok severim, güzel bir kafede oturduk. Servis biraz ağırdı. Munisem azıcık et ama çokça çikolatalı pasta yedi. Ben neler varmış diye içeriye bir bakalım dediğim anda olay bitmişti aslında. Çünkü Selin vitrinde “ye beni! ye beni!” diyen pastaları görmüştü. Mira da alt sıradaki pastaların hepsine “şu benim, şu benim, şu da benim” diyerek sahip çıktı ve Selin’le Zeynep’e bir üst raftaki pastaları uygun gördü:) Bebeğim ‘çututlu (çikolatalı)’ pastanın hayaliyle zorla ağzına bir kaç lokma et atabildi.
Esasen Meleğim orada beni çok şaşırtan bir şey yaptı. Tam iki kere ç.işini söyledi. Dışarıya çıkarken hep bez don kullandığımızdan şimdiye dek hiç söylememişti. Bundan böyle potette’ini her yere taşımaya ve uzun zamandır düşündüğümü yapıp yakın mesafelere normal donla götürmeye karar verdim. Sanırım Meleğim “artık hazırım” diyor bana.
Son iki haftadır gittiğimiz yerlerde kızlarımızı birbirleriyle pek ilgili ve de gayet uyumlu oynarken görüp “üçüzler mi?” diye soranlar oldu. Biz anneler şaşkınlıktan sadece “nasıl yani?” diyebildik. Yurdum insanı saç ve ten rengi çok yakın insanları birarada gördü mü illa bir akrabalık yaratmaya bayılır zaten:) Hani annelerden birini kızlarla görüp ikizler mi diye sorsalar belki bir derece hak verebiliriz de başlarında üç kadınla görüp üçüzler mi diye sorulunca hakikaten dumura uğradık.
İtiraf ediyorum, çocuklar kadar hatta onlardan daha fazla biz annelere iyi geliyor bu hafta sonu buluşmaları. Artık daha uzun süre sohbet edebiliyoruz. Öyle ki mesela biri biraz uzaklaşacak olsa diğerlerine “hadi kızım git getir arkadaşını” diyebiliyoruz. Her zaman birlikte geliyorlar mı? Elbette, hayır! Zaman zaman hepsi gittikleri yerde kalabiliyorlar:) E, o kadar da olsun artık:)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails