25 Ağustos 2009 Salı

Tatil Sonrası İlk Buluşmamız

Cumartesi günü “çok özledik, görüşelim artık” yazışmalarının sonucunda hava güneşli, bahçe keyfi yapılabilir diye Banu ve Mira’nın davetiyle toplanmaya karar verdik. Sabah havanın rüzgarlı olduğunu görünce bahçe ve havuz keyfini iptal ettik. Kızların uyku saatinden sonra da düştük yollara. Gittiğimizde Mira’cığım, kendi deyimiyle hav hav dişleri:) çıkarmaya çalıştığından biraz yorgun ve mayhoş bakıyordu bize. Uzun zamandır görüşemediğimiz Ada ve Umur ise şaşkınlık içinde, elimden tutarak merdivenleri çıkan Selin’e baktılar kapının önünde epey bir süre. Selin Ada’yı görür görmez hemen yanaklarını okşamaya ve gülücükler atmaya başladı. Ben de Ada’ya sarılıp “Munun geçti mi bebeğim” diye sorunca sanki nereden biliyorsun der gibi yüzüme baktı. Sıkıntısı her halinden belli olan Miracığım annesinden bir saniye bile ayrılamadığı için koklaşamadık bile.Bir süre Mira’nın odasında oturduk. Biz konuştuk, Ada’yla Selin oynadı, Mira’da seyretti. Banu’nun bilhassa Kıbrıs’ta çok işine yaradığını söylediği pratik, taşınabilir lazımlık ve torbasını inceledik. Selin henüz bezden kurtulma emareleri göstermediği, Ada ve Mira ise bu işi hallettiği için konumuz öncelikle bez oldu. Banucuğum, bu ürünü ilk fırsatta blogunda tanıtman gerek bence. Bir müddet sonra her anne deyişinde emdiği için rahatlayan Mira’cığımın biraz gözleri açıldı da bizim de keyfimiz yerine geldi.Sabah pişirdiğim ve yaparken şunu da koyayım, bu da yakışır diyerek tarifini uydurduğum “Sebzeli Cevizli Kek”i çoğu zaman yaptığım gibi evden çıkmadan önce fotoğraflamayı unuttum. Neyse ki sofraya oturur oturmaz aklıma geldi. Fotoğraf çekerken de Mira’yla Ada ne yapıyorum diye yanıma gelip kekin başında beklediler. Bu sırada Selin ne yapıyordu diye sormak anlamsız, çünkü Meleğim masada oturmuş hiç istifini bozmadan aynı kekten bir dilimi çatalına takmış afiyetle ve sessizce yiyordu:) O gün masaya ne geldiyse hepsinin tadına baktı ama bitirmedi. Bitirdiği tek şey Umurcuğumun şahane limonlu kurabiyesi oldu. Son olarak Banu’nun yaptığı şeftalili donmuş yoğurt geldi sofraya. Yediği onca şeyden sonra neredeyse tamamını bitirdi. Ben bir kaşık bile tadamadığım için yeniden istemek zorunda kaldım. Söz konusu yoğurtsa açmış tokmuş fark etmez Meleğim için:)

24 Ağustos 2009 Pazartesi

BEÖ Ağaçlar Çiçekler

Ayvalık’ta olduğumuz sürede arada bir mesajlarıma bakarken Montessori grubunda haftanın etkinliği olarak "Ağaçlar ve Çiçekler" başlığını görünce “Aa ne iyi, burada bahçede yaptığımız her şey bu etkinliğin konusu. Tek eksik fotoğraflar”deyip ve bir çok kereler niyetlenip günlerce fotoğraf çekemedim. Çünkü hem bahçede Selin’le su ve çamur içinde kalarak oynamak hem de bunu fotoğraflamak çok zordu.
En sonunda bir gün eşimin anneannesi geldiğinde hadi, dedim “bu sefer bahçede siz oynayın”. Dememe kalmadı, Selin büyük anneannesini elinden tutarak önce girişteki duvar sarmaşığının yanına götürdü ve yaprakları nasıl sevmesi gerektiğini uygulamalı olarak gösterdi. Ardından bahçeye geçtiler. Bu sefer sardunya yapraklarına elledi. Baş ve işaret parmaklarını birbirine sürtmeye çalışarak (ama beceremediğinden sadece dokundurarak) ve kafasını çevirip “bak bak” diyerek yaprağın kadifemsi dokusunu kendince anlatmaya çalıştı.
Bahçedeki ilk oyunlarımız sırasında büyük ağaçlardan ve ağaçların gövdelerinden hafifçe tırstığını fark etmiştim. Kendiliğinden bitiveren her yeni otu, yaprağı, çiçeği hemen fark edip yanına gidiyor ve önce dikkatlice ve azıcık uzaktan bakıp sonra da parmaklarını gezdiriyordu ama agaçlara karşı hep mesafeliydi. Arka bahçedeki çok daha ince gövdeli karabiber ağacı ve zeytin ağaçlarına karşı böyle bir çekinikliği olmamasına rağmen ön bahçedeki ağaçlara, bilhassa palmiye ağacına o güne kadar hiç dokunmamıştı. Anneannesinin sesini duyan eşim bahçeye gelince ve Selin’in çekinikliğini gidermek için ağacı uzun uzun sevince, babasının varlığından destek almış olacak ki ellerini uzatıp bir kaç kez dokundu. Ardından yine cesaret göstererek, bu sefer kendi başına yabani çam ağacına gidip “cici cici” diyerek sevdi. Bu çok önemli bir aşamaydı, çünkü Ayvalık’tan ayrılana kadar her günkü olağan bahçe gezimiz ve sulamalarımız sırasında ağaçların yanına gidip küçük bir kahkahayla dikkatimi çekip onu izlememi sağladı. Sonra da “bak yapabiliyorum” bakışıyla ve kocaman bir gülümsemeyle arada bir suratıma bakıp, ağaçların gövdelerinden elini ayırmamaya çalışarak ve tabii defalarca “a-aç a-aç” diyerek etraflarında dönüp durdu:)
Not: Fotoğrafın sol alt tarafındaki pembe yemişe benzeyen şeyler karabiber taneleridir:)

15 Ağustos 2009 Cumartesi

Ayvalık Günleri 2

Burada güneşin yakıcılığı dolayısıyla kafamızdan çıkaramadığımız şapkalar ve güneş gözlüklerine özel bir ilgi gösteriyor. Burhaniye’den bizi ziyarete gelen Erkan amcası ve İpek ablasını görünce pek sevindi ve kaşla göz arasında İpek ablasının gayet şık kasketini kafasına geçirmeye çalıştı. Babasının kasketini ters çevirerek rapçiler gibi her giydiğinde şirinliğine bakıp güldüğümüz için O da gülüyor ve uzun zaman kafasından çıkarmıyor. Bir de kırmızı bir şapkası var ki sanırsınız küçük hanımefendi. Şapka takmayı ilgi çekmenin bir yolu olarak ta kullanıyor. Kendisine bakmamızı istediğinde hemen kafasına bir şey geçirmeye çalışıyor. Bazen etraftaki şapkalardan biri, bazen penye bir bluz bazen de kurulama bezi...:)Gözlüklerle ilişkisi daha ziyade etraftakileri güldürmek üzerine kurulu. Yüzüne büyük hatta kocaman gelen gözlükleri büyük bir dikkatle düşürmemeye çalışarak taşıyor, bu arada gülümsemeyi de ihmal etmiyor. Onu bu halde görenlerin attığı kahkahaları duyunca da kikir kikir gülüyor. Neredeyse ilk on günü suya dair korkularımızı gidermek üzere alıştırmalar yaparak geçirdik. Sonra ne olduysa oldu, simidiyle birlikte denize soktuk ve sonrasında çıkaramadık. Simidi çok güvenli ve rahat geldi. Şimdilerde plaja iner inmez hemen deniz kenarına gidip denize girelim diye işaret ediyor, suya girince çıkmak istemiyor. Buraların denizi bir hayli soğuk ama bana mısın demiyor.Ben havadan dolayı kondukları yerden ayrılmak istemeyen sırnaşık ve yapışık sineklerle nasıl başa çıkacağımı hala düşüne durayım kızım hepsini gel gel işaretiyle çağırıp üzerine konsunlar diye parmağını uzatıyor. Bahçede bakımsızlıktan kendi başlarının çaresine bakmaya çalışan bütün otları ve çiçekleri birlikte her bahçe sulayışımızda tek tek yeniden inceliyor, bana gösteriyor ve gösterdiği yaprağa ya da çiçeğe hortumla su tutunca kahkahalar atıyor. Ellerinin ayaklarının biraz ıslanmasını fırsat bilip hemen ıslak toprağa oturup elleriyle mıncıklıyor. Yüz göz saç baş her tarafı çamur oluyor ama umurunda değil, sonrasında duşun altına sokacağımı bildiği için çok rahat. En son duşunu da alıp fırçasını ters tutarak saçlarını taradığını sanıyor.
Yan komşumuzun kızları Şebnem Hanım’ın Sütlaç adında Golden cinsi son derece uysal ve çocuklara alışkın bir köpeği var. İlk geldiklerinde bahçelerimiz bitişik olduğu için hemen gördü Sütlaç’ı. Sağolsun Şebnem Hanım’da her duyarlı hayvan eşlikçisi gibi (ben bekar evini uzun yıllar bir kediyle paylaşmış ve şimdi yeniden kedisine kavuşmuş biri olarak sahibi demekten haz etmiyorum) gelir gelmez Sütlaç’ın hiç havlamadığını ve çocuklara çok alışkın olduğunu söyleyip bizi rahatlatmak istedi. Bizim tabii havlarmış bağırırmış gibi bir endişemiz hiç yoktu sadece Selin’in korkuyla karışık aşırı ilgisinin köpeği bunaltabileceğini düşündük kısa bir süre. Ertesi gün Şebnem Hanım bizi davet edince hemen Sütlaç’la tanışmak üzere yan tarafa geçtik. Selin’in ilk endişeleri yerini rahatlamaya ve Sütlaçla oynarken kahkahalar atmaya bıraktı fakat Sütlaç’a hiç dokunmadı. Sonraki günler Şebnem Hanım’ın yeğenleri de gelince biraz onların Sütlaç’la olan ilişkilerinden de cesaret alarak önce kuyruğunu sonra sırtını okşamaya başladı. Büyüüük bir rahatlama ve tüylerin verdiği şaşkınlık hissiyle “hı hıaa, hı hıaa”diye kahkahalarla güldü. Bir iki gün önce de Sütlaç İstanbul’a dönerken, arabanın arkasından hem el sallayıp hem de ağlıyordu gitmesinler diye.Bu seneki tatilimiz kısmetse yarın sabah Ankara’ya vardığımızda bitmiş olacak. Son bir haftadır önce ses kısıklığı ardından bademciklerimin şişerek kronik faranjitimin nüksetmesi ve içindeki etken maddenin bana alerji yaptığını ertesi gün farkettiğim antibiyotik yüzünden bütün ağzımın, dilimin, damağımın sayısız aftla kaplanması sonucu günlerdir konuşamaz oldum. Bu süre zarfında zorunlu olmadıkça konuşmamaya çalıştım. Benim için bunun ne demek olduğunu beni tanıyanlar gayet iyi bilirler:) Zaten konuşsam da kimse bir şey anlamıyor çünkü dilimi damağıma ya da dişlerime değdirmeden konuşmaya çalışınca harfler tam çıkmıyor. Tekrarlamam da mümkün değil. Neyse, hiç değilse bir kaç gün Teoman’ın kulakları dinlendi bu sayede:)

Brüksel’deyken doğmasını beklediğimiz ve tam bizim Ankara’ya dönmek üzere uçakta olduğumuz saatlerde dünyaya teşrif eden ailemizin en yeni üyesi kuzeni Leo’yla nihayet Ayvalık'ta tanışması da bir sonraki yazıya.

9 Ağustos 2009 Pazar

Ayvalık Günleri 1

Ayvalık’a geldiğimizden beri çektiğim fotoğrafları düzenleyip iki satır da yazı yazıp bloga koymak için uğraşıyorum fakat olmuyor, vakit yetmiyor. Biraz daha hafiflemiş olmakla beraber ev işleri,yemek vs. tüm hızıyla devam ediyor burada da. Selin’i uyutma –ki havanın çok sıcak olduğu günler bir saatten fazla vakit alıyor uykuya dalması, Selin’le oynama filan gibi yaşantımızın olağan halleri de aynen devam. İlaveten bahçe sulama, kuru yaprakları ayırma, bir dolu eşyayla plaja gidip gelme de var. Nihayet okuyabilirim artık diye buraya getirdiğim kitapların hiçbirine bakamadığım gibi, haftalardır okumaya çalıştığım kitabın ayracı da İstanbul’dan beri aynı sayfada takılı kaldı. Velhasıl-ı kelam, ha bugün ha yarın derken günler hızla geçiverdi.Şöyle bir gruplama yaparak özet geçeyim. Tabii ki plaja gittiğimiz ilk günden itibaren hemen kendine arkadaşlar buldu hatta bazıları bayağı büyük abi ve ablalardı. İlk arkadaşı gözlüğü ve şapkasıyla pek bir havalı ve şirin olan Buğra’ydı. Hayranlıkla seyretmekten kumda oynamayı unuttuğu Ayperi ablası, oyuncaklarını pek paylaşamasalar da gördüğünde çok sevindiği temiz titiz Eylül, elele tutuşup yanyana oturduğu, kumda oynarken nerde diye etrafına bakındığı Zeynep ablası, Selin yanaklarını okşamak istedikçe ürküp kaçtığı için bir türlü birlikte oynamayamadıkları kendinden 2,5 ay küçük Derin ve yine kendinden 2 ay küçük esmer bomba Berra ve son olarak Almanca konuştuğu için adını öğrenemediğimiz bir abiyle oynadı. Arada sırada bir kenara çekilip kendi kendine oynadığı, bana veya babasına kumları nasıl döktüğünü gösterdiği de oldu tabii.Burada domateslere elma muamelesi yapıyor ve her sabah ben kahvaltıyı hazırlayana kadar bir küçük domatesi ısıra ısıra yiyor. Kahvaltı sırasında bir elinde illa salatalık olmalı. Plaja gittiğimizde de ağzı yarım saat boş kalmıyor. Mutlaka ya bir-iki küçük armut ya da buranın meşhur sakızlı kurabiyesinden yiyor. Hiç bir ikramı geri çevirmiyor ve eğer çok beğenirse yanlarına gidip bir tane daha istiyor. Bilhassa denizden çıkınca hemen çantasını karıştırıp meyve torbasını buluyor. Küçük pet şişelerden su içmeyi öğrendiğinden beri hedef değiştirdi. Artık kapağını açmaya çalışıyor ama henüz çevirme hareketini tam yapamıyor. Bunu öğrendiği gün bittim ben.Şapka ve güneş gözlüklerine olan yoğun ilgisi, yan komşumuzun köpeği Sütlaç’la olan muhabbeti, kedilerden ve kuşlardan sonra masaya konan sineklere de gel gel yapması, bahçedeki her yeşilliğe, çiçeğe ve dahi böceklere büyülü bir şeye bakıyormuş gibi şaşırması ve tabii denizle olan ilişkisi bir sonraki yazıya.

4 Ağustos 2009 Salı

Büyükada Sefası

Bu sefer programları İstanbul’a bırakmayacağım dedim ve daha Ankara’dan ayrılmadan önce canım arkadaşımla yaptığımız bir kaç telefon görüşmesiyle Büyükada programını netleştirdim. Program uyarınca İstanbul’a vardıktan 3-4 gün sonra çoook yakın arkadaşım, adaşım, canım Çitosumun yıllardır süren ısrarlı davetine bu sene icabet etmek üzere düştük Büyükada yollarına. Bostancı’dan bir motora bindik ve yaklaşık 20-30 dakika sonra Büyükada’ya vardık. Elbette motor gezisi boyunca tüm yolcular Selin tarafından koltuklarında tek tek ziyaret edildi ve gülücükler atıldı. Evden ayrılmadan önce annemin çantama sıkıştırdığı haşlanmış mısırı motorda ortaya çıkarınca, derhal babasının kucağında pozisyon aldı ve ‘ver ver’ diyerek elimdeki mısırı istedi. Ada’ya varana kadar da yedi, bitirdi. Bir ara dışarı çıkıp etrafa bakarken motora vurdukça beyaz köpükler çıkaran dalgaları babasının omuzundan şaşırarak izledi.
Ada’da en çok hoşuna giden şey ortalıkta dolaşan kediler oldu. Her birine ayrı ilgi gösterip yoğun tezahüratta bulundu ve parmaklarını açıp kapatarak ‘gel gel’ işareti yaptı. Bilhassa aşka geldiği anlarda sesini incelterek uzun uzun pisileri çağırması komik ötesi bir durumdu. Atları önce gayet mesafeli bakışlarla inceleyip sonra hayranlıkla karışık gülümsemelerle seyretti. İlk kez dışkılayan bir at gördüğünde hem şaşırarak hem gülerek hem de endişelenerek atın bir gerisine bir de yüzüne bakmaya çalıştı ve hemen kollarını uzatarak kucağımıza gelmek istedi.
Ertesi gün, evlendikten sonra Burgazada’ya yerleşen ve bu sebeple İstanbul’a geliş gidişlerimde hiç görüşemediğimiz (sanki tüm arkadaşlarımla her defasında görüşebiliyormuşum gibi:)!) çok sevgili arkadaşım Nur’un bizi görmek üzere Ada’ya gelmesi beni çok mutlu etti. Aradan geçen yaklaşık altı yılı iki-üç saatlik muhabbete sıkıştırmaya çalıştık, elbette olmadı, hiçbirimize yetmedi. Ama yine de bana çok iyi geldi.
Akşam Ada’nın meşhur Anadolu Klübü’nde yemek yedik ve eve döndük. Biraz terasta oturup sessizce oksijen depolayalım dedik ama heyhat! Ne mümkün. Bir tarafta sanki çok mühim kararlar alacaklarmış ama her üyenin heyecanlı ve asabi bir şekilde söyleyecek bir dolu lafı varmış gibi, müthiş kalabalık bir Martı Konseyi toplantısı:), diğer yandan karşıdaki evin bahçesinde uzuuun zamandır görüşmeyen arkadaşlar olduklarını tahmin ettiğim kurbağaların muhabbeti:), bize sabahı zor ettirdi. Yaşadığımız oksijen şoku da cabası.
Sonraki gün Çiğdem ve kocaman olduğunu görünce yaşlandığımı fena halde farkettiğim kızı Deniz İstanbul’a indiler. Biz de ODTÜ’den arkadaşlarımız Ferdan ve Elvan’la buluşmak üzere çıktık. Meleğim faytondan iner inmez, bizi karşılayan Ferdan’ı görünce hemen tanıdı ve boynuna atladı. Birlikte Anadolu Klübü’nün plajında, havuzunda hoş vakit geçirdik. Bir ara büyük bir cesaret örneği göstererek Meleğimi bebek havuzuna bile soktum. Önce korkup suratını buruşturdu, sonra ayaklarıyla cup cup yapmaya başlayıp eğlencenin tadını aldı. Bir ara onu göbek üstü suyun üzerinde gezdirdim ve sonra hemen havuzdan çıkardık.
Akşam sahilde balıkçı meyhanesi kılıklı hoş bir yerde yiyip içip eve döndüğümüzde bebeğim ateşler içindeydi ve su gibi ishaldi. Fena halde endişelendik çünkü Selin yapı itibariyle hiç ateşlenmeyen bir çocuk. Şimdiye kadar da hiç hastalanmamıştı. Aylaaar önce sadece 1,5 gün süren burun akıntısı olmuştu. Hemen yanımdaki ateş düşürücü fitilin yarısını kullandım. Tabii yetmedi, çünkü aklımda kalan yarım fitil ölçüsü bir yaşın altındaki çocuklar için. Sabaha kadar defalarca altını değiştirip, ateşini kontrol ettik. Ertesi gün yine güleryüzlü fakat biraz halsiz kalktı bebeğim. Yine de babasının sabah kahvesinin tadına bakmadan edemedi. O gün evde kalıp düzenli olarak şurubunu verdik. Öğleden sonra ateşi tamamen düştü fakat ishali kesilmedi. Neyse ki iştahında bir değişiklik olmadı. Akşam üzeri toparlasın diye kocaman şeftaliler yedirdim. Adadaki son günümüzde ishali, şiddeti gittikçe azalarak devam etti. Son akşam faytonla sahile inip bir şeyler yedikten sonra kahvelerimizi birlikte içmek üzere Ferdan ve Elvan’la buluştuk. Yemek boyunca biraz halsizdi ama Ferdan’la Elvan’ın tatlı kızı Nice’yi görünce daha bir canlandı ve oyunlar oynadı.
Rahatsızlandığı süre boyunca Meleğimde ne bir sızlanma ne bir şikayet ne bir kapris... İstanbul’a döndüğümüzün ertesi günü ishali tamamen durdu ve sindirim sistemi normale döndü. Tabii ki yaşadıklarımız bize iyi bir ders oldu ve artık çok yeni temizlenmiş bile olsa bebeğimizi hiç bir havuza sokmamaya karar verdik.

28 Temmuz 2009 Salı

İstanbul Günleri...

Bir önceki yazıda bahsettiğim bu film İstanbul’da da aynen devam etti. 2 Temmuz günü Munisem, ablam ve ben İstanbul’a gitmek üzere yola çıktık. Kızımla geçirdiğimiz en eğlenceli yolculuktu. Perdenin arkasına gizlenerek suratımı şekilden şekile soktukça tüm otobüs Meleğimin kikirdemeleriyle inledi. Sonrasında da yorulup kucağımda uyuya kaldı.
İstanbul’da bizi bebeğimin annenannesi ve dedesi karşıladı. İkisinin ellerinden tutarak eve doğru mutlulukla yürüdü. Kapıya gelince içeri girmemek için biraz mızıldadı ama babam onu kucağına alıp biraz gıdıklayınca unuttu, gitti. Ertesi sabah çok erken bir saatte yeğenim Yalçın’ın eşi Ece geldi. Her sabah olduğu gibi gülerek uyanırken karşısında Ece’yi görünce önce şaşırdı sonra da yanaklarını okşamaya başladı. Daha sonraki günlerde bu sevgi ciddi bir düşkünlüğe dönüştü tabii. Öyle ki Ece kısa bir süre için bile evden ayrılacak olsa kıyametler koptu. Aynı gün bahçede kahvaltı yaptıktan sonra bütün çiçekler ve bitkilerle tek tek tanıştı. Fesleğeni okşamayı ve elini uzatıp koklatmayı öğrendi.
Öğleden sonra gelen yeğenim Yasemin’in oğlu Deniz’i, yanaklarını okşarken ciciş ciciş diyerek sevdi. 10 saniye aynı yerde duramayan Deniz’le oynadı, kan ter içinde kaldı. Ertesi gün Deniz’le annesi yine gelince sevinçten ne yapacağını şaşırdı.
Bir hafta sonra bu sefer biz Yasemin’lere gittik. Deniz’le havuz sefası ve uyku sonrası yatak keyfi yaptı.
Ardından bahçeyi keşfe çıktı. Biber, fasulye, domates ve papatyalarla tanıştı.
Ertesi gün dedesiyle birlikte kanepede yanyana oturup gazeteleri incelediler.
Oturduğu yerden bahçe süpürme tekniğini geliştirmeye çalışması, daha ziyade yolculuklarda kullandığım su bardağını boş damacanaya kapak yapması, İkea’da oyuncakları görünce kendini kaybedip beni bile unutması ve tabii yorulup yine pusette uyuya kalması, Amerika’da yaşadıkları için uzun zamandır göremediğim kuzenim, ailesi ve diğer kuzenimin ailesiyle biraraya gelmemizi sağlayan Öğretmen Evi’ndeki akşam yemeğinde, pistte dans edenlerin arasına dalıp her birinin ayak hareketlerini hafızaya kaydedip aynısını yapmaya çalışması ve bunu yaparken herkesi kendine hayran bırakması, Gülannesinin aldığı kahve takımıyla hepimize tek tek kahve ikram etmesi ve sonra kendisinin de içermiş gibi yapması, doğum günümü yıllar sonra arkadaşlarımla kutlamak üzere gittiğimiz geniş bahçeli restoranda, gördüğü her çocukla oynayıp her masaya gülücük atması, çikolatalı pasta geldiği anda hemen kucağıma tırmanıp koca bir dilimin yarısını kendinden geçerek nefes bile almadan götürmesi, İstanbul gezimizin en çok akılda kalan sahneleriydi.
Sırada Büyükada’da geçirdiğimiz 3-4 gün var ki, o günleri ayrıca yazacağım.

25 Temmuz 2009 Cumartesi

Gülanne Ankara'daydı...

Arayı hızla kapatacağım dedim ya, sözümü tutuyorum ve tatile gitmeden önceki Ankara günleriyle başlıyorum. Çook daha önce gitmiş olmamıza rağmen Yeşil Vadi’yle ilgili yazı ve fotoğraflar da sırada.
Yaklaşık bir ay önce 22 Haziran’da İstanbul’dan çok önemli bir konuğumuz geldi evimize. Kızımın sevgili Gülannesi, canım ablam geldi ve evde şenlik başladı. Munise’m sevinçten delirdi desem yeridir. Bilenler bilir biz Ankara’da çekirdek aile şeklinde yaşıyoruz. Hem eşimin ailesi hem benim ailem Ankara dışında oturuyor. Bu yüzden ailelerimizden biri geldiğinde evimizde bayram havası esiyor.
Gelir gelmez anneannesinin yaptığı meşhur atom kurabiyeyi ve peynirli poğaçayı iki eline birer tane alıp aynı anda yiyerek ve O’nu hayran hayran seyreden ablama da yedirerek perdeyi açtı, kızım. Sonrasını tahmin etmek kolay. Selin’e olan düşkünlüğü uzun zamandır göremediğinden hasretle karışınca Meleğimin her oyun talebine sevinçle evet diyerek, evin her yerinde Selin’le koşan, zıplayan, şarkılar söyleyen ve kelimenin tam anlamıyla her türlü şaklabanlığı yapan oyun arkadaşına dönüştü, ablam. Markete gittiğimizde Selin’in gördüğü her çocuğun yanaklarını ‘sevijem, sevijem’ taşkınlığıyla okşamak istemesi, elmaların, domateslerin yerini beğenmeyerek tek tek başka yerlere taşıma girişimi, sürekli peşinde koşan ablacığımı helak etti. Yağmurun ardından sarmaş dolaş vaziyette balkondan bahçeyi seyretmeleri, her an dipdibe oturup uyurken koyun koyuna yatmaları, birbirlerine karşılıklı yemek yedirmeleri film gibiydi.
Filmin devamı mı? Elbette var ve İstanbul'da ama bir sonraki yazıda.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails