28 Mayıs 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-15,16

Bu hafta yine iki kitap birden tanıtacağım. Hani geçen hafta yazamadım ya, hak geçmesin. İlk kitap (geçen haftanınki) geçenlerde Bir Dolap Kitap’ta serinin diğer tüm kitaplarıyla birlikte tanıtılan Tülin Kozikoğlu’nun yazıp Banu Taylan’ın resimlediği HİÇ UYKUM GELMEDİ. Ben serinin bütün kitaplarını sırayla almaya karar verdim. Öncelikle bu ve "Bir Çizgi Film Daha - Mali" kitaplarını aldık. Kitapların hem metinleri hem de çizimleri çok başarılı. Metinler çok sade ve akıcı. Çizimler çok hoş, kendine has. Ağırlıklı olarak pastel renk tonları kullanılmış. Ben bilhassa masanın üstünde birikmiş esneyen su bardaklarına bayıldım. Turunç’a giderken yanımıza aldığımız kitaplardan biriydi ve ilk iki gün hem hava hem de mekan değişikliği yüzünden gündüz 3-3,5 saat uyuyan, gece de gözünden uyku akmasına rağmen her tarafından enerji fışkırtarak yatakta dört dönen, çenesi düşmüş zıpır kızıma çok iyi geldi. Kitapların etkisi Selin’de bir kaç gün sonra ortaya çıkar. Genelde uyku ya da uyuma sorunu olmamasına rağmen kitabı elinden düşürmedi. Sanırım çizimler değişik geldi ve kitabın karakteri Ali’yi sevdi. Son olarak en beğendiğim ve kitaplarını en çok satın aldığım yayınevi olan İletişim’in bu alana (çocuk ama küçük çocuk kitapları) el atmasına çok sevindiğimi de özellikle belirteyim.
İkinci kitap bir önceki yazımda bahsettiğim üzere Selin’in resmen soğuk sayılabilecek suya dayanmasını ve hemen orada yeni bir masal yazmasını sağlayan Can Çocuk’tan KARADENİZ’DEKİ YUNUS. Turunç-İzmir gezisi sırasında yani topu topu bir hafta içinde kaç defa okudun bu kitabı diye sormamanızı reca edeceğim, zira kitabı artık ezbere biliyorum. Sevgili Behiç’in (Ak) hem çizip hem de öyküsünü yazdığı bu kitabı, Selin çok ama çok sevdi. Yunuslara olan düşkünlüğünü düşününce bu hiç de şaşırtıcı değil tabii:) Kitabın ne kadar iyi olduğuna gelince...Bu konuda nesnel olamayabilirim. Çünkü oldum olası Behiç’in çizimlerini, karikatürlerini pek beğenirim. Bu kitapla öykücü yönünü de tanımış oldum. Bazı sayfalarda renkler bir hayli koyu. Selin’in ürkeceğini düşünmüştüm ama o bana dönüp “anne gece oydu, şinni kayanlık” dedi:) Kitapta ciddi bir hata olarak gördüğüm tek şey, yunustan yunus balığı diye söz edilmesi. Halbuki aynı fok gibi yunus da balık değil bir memelidir ve tecrübeyle sabit, çocukların diline bir kez balık diye yerleşti mi değiştirmesi çok zor oluyor.

23 Mayıs 2010 Pazar

Turunç-İzmir Seferinden Yeni Döndük!

Nihayet döndük. Nerdeydiniz ki diyeceksiniz, haklısınız. On dakikacık vakit bulup yazamadım, gidiyoruz diye. Hesapta hem (Marmaris)Turunç’tan hem de İzmir’den yazacaktım ama olmadı. Son gün ben de Teoman da dizüstü bilgisayarlarımızı götürmemeye karar verince bütün planlarım suya düştü.
Neyse hemen bir özet geçeyim. Geçen Pazar Teo’nun sunum yapacağı uluslararası yaz okuluna katılmak üzere 3-4 gün kalacağımız Loryma Otel’eTurunç’a gittik. Geç vakit vardığımızdan akşam soğuğudur dedim ama sabah havanın rengini görünce benim de rengim attı. Fena halde rüzgarlı ve yağmurlu iki gün geçirdik. Ben sanki yaz ortasında Antalya’ya gidiyormuşuz gibi Selin için incecik askılı elbiseler, kısacık etekler, şortlar almışım yanıma. Ayağımda kapri pantalonum, terliklerim pek rahatım. Lakin üzerime bir ince hırka dahi almamışım, donmaktayım ve fena halde şaşkınım. İkinci gün hemen Turunç’a inip Meleğime bir kot pantalon, bir mont(umsu şey), kendime de kalın bir hırka aldım. Biri bana 'gün gelir yazlık terliklerinin içine çorap giyersin sonra da kendine kahkahayla gülersin' deseydi 'yok artık!', derdim. Valla çorabı giydim, yok artık da dedim ama maalesef üşümekten ve kendi kendime savıp sövmekten gülemedim.
Son gün öğleden sonra hava açtı, güneş çıktı ve planlanan tekne turu çok güzel geçti hatta denize bile girildi. Biz hariç herkes çok eğlendi. Selin’in ilk tekne gezisi olmasına ve pek eğlenmesine rağmen biz pek eğlenemedik. Bir gün önce babamın kalp spazmı geçirip hastaneye kaldırıldığı haberiyle allak bullak olmuşuz zaten. Ablamlar ‘gelmene gerek yok babam gayet iyi’ diyor, babamın sesi de telefonda çok iyi geliyor ama aklım sürekli orada, hala.
Ertesi gün Turunç’tan Teo’nun katılması gereken uluslararası bir konferans dolayısıyla İzmir’e geçtik. Balçova Termal Otel’de kaldık. Hava İzmir’de daha da soğuktu. Neyse ki yeğenim Yalçın İzmir’de yaşıyor da gelip Selin’le beni aldılar, böylelikle rahatça gezebildik. Yeğenimin evinde Selin, “yat uyu yapayım (yapalım) anne” dedi ama katiyen uyumadı.
Yalçın ve Ece’nin Haziran sonu gibi bir kızları olacak. Biz bebek çeyizine bakarken Selin de Ece’nin çocukluk bebeklerine uyku tulumu giydirmeye çalıştı, sonra da üzerlerini battaniyeyle örtüp gülerek “bak anne bebek uyudu” dedi. (Bugünlerde ne yapsa sanki dünyada ilk kez yapılıyormuş gibi davranıp bak anneyle, dinle anneyle başlayan cümleler kuruyor.) Dönerken gök delinmiş gibi yağan yağmuru görünce acilen bir lastik ayakkabı alıp durumumu biraz daha sağlamlaştırdım. Selin de üzerine döktüğü meyme suyayı (meyve suları) ve yemek lekelerine rağmen sırtında çıkar(a)madığım Turunç montuyla gayet sağlam görünüyordu ama görüntüymüş meğerse. Dün sabah ateşi 38.9’a vurunca derhal ılık su harekatı yaptık. Önceleri ağlar gibi yaparken bir baktık soğuk sayılabilecek suyla oynuyor. Baklayı ağzından çıkardı tabii. "Sen yûnusun sıytına bin, gez. Su soyuk”. Tercümesi, “Selin yunusun sırtına binecek, gezecek. Su soğuk.” Belli ki bir gece önce okuduğumuz kitaptan etkilenmiş. Bu da nereden çıktı diyenlerin cuma günkü kitap tanıtımını beklemelerini rica edeceğim:)
Bu sabah Meleğimin ateşi tamamen düştü. Ankara’ya evimize döndük ve havaalanına iner inmez koyu, ağır bulutların bizden ayrılmak istemediğine kesinkes karar verdik:)
Kaldığımız otellerle ilgili çocukla gidilir mi, gidilirse ne yapılır, ne yedirilir, ne içirilir gibi bilgileri içeren bir yazı yazacağım ama önce İstanbul’a gitmeyi ve babamın iyi olduğunu kendi gözlerimle görmeyi planlıyorum. Söz verdiğim videolu Dolphinarium yazısı da hazır, sırasını bekliyor.

Not: İlk fotoğraf Turunç’ta birlikte çok iyi vakit geçirdiğimiz Zerrin-Sinan Tandoğan çiftine ait.

14 Mayıs 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-14

Bu haftanın kitabı Genç Turkuvaz Yayıncılık’tan, Nick Butterworth’ün torunu için yazıp çizdiği TRİKSİ BÜYÜCÜNÜN KEDİSİ. Triksi bir büyücünün kedisidir ve bir patisinin beyaz olduğunu hatırlamadığı zamanlarda çok mutludur. Ama o beyaz patisi gözüne takılınca fena halde kızgın bir kedi olur, bir şeyleri tekmeler, haykırır... Önceleri patisini saklamaya çalışır, sonra patisini yıkamazsa gitgide kirlenir ve beyazı kaybolur diye düşünür ama kirlendikçe kokuya ve patisine konan sineklere dayanamaz. En sonunda bir gün “madem büyücünün kedisiyim bir büyüyle bu beyaz patiden kurtulabilirim” der ve hemen bir büyü yapar. Düşündüğü olmuştur, beyaz patisi siyaha dönmüştür ama... Triksi’nin, büyücünün diğer siyah kedilerinden bir farkı kalmamıştır. İşte o zaman Triksi beyaz patisini özlemeye başlar ve özlemi o kadar büyür ki ağlar ağlar ağlar. Gözyaşlarını patisiyle sildiğinde bir bakar ki patisinin rengi açılıyor. Taa ki tekrar bembeyaz oluncaya kadar! Triksi bu duruma çok sevinir ve bir daha beyaz patisi yüzünden keyfi hiç kaçmaz, hiç bir şeyi tekmelemez, haykırmaz. Triksi artık kendi gibi olmaktan çok mutludur.
Yaklaşık dört ay önce aldığım bu kitabı Selin’le ilk okumaya başladığımızda çizimlere bayıldığını ve hikayeyle hiç ilgilenmediğini fark ettim. Hemen durdum ve çizimleri birlikte inceledik, bir çok kez. Bilhassa kahramanın kedi olduğu kitaplarda bunu hep yaşıyoruz. Kaçıncı incelemeden sonraydı hatırlamıyorum (bütün bunlar aynı zaman diliminde oluyor ama) “anne buuda n’oodu?” diye otomatiğe bağlamış halde, nefes bile almadan en az on kere sorup –ki ben ilk soruşundan itibaren kitabı okumaya başlamıştım zaten- kitabı üst üste üç kere okuttu. Sonuç olarak, Selin bu kitabın hem çizimlerini hem de hikayesini, büyü meselesini henüz anlamasa da, çok sevdi. Bu kitap da sıklıkla okunan kitaplar arasına katıldı. Kitabın çevirisi, hemen hemen tüm Paul Auster kitaplarının da(Can Yayınları) çevirmeni olan İlknur Özdemir’e ait.

11 Mayıs 2010 Salı

İstanbul Günleri 3

Valla bu İstanbul Günleri gazetelerdeki yazı dizilerine döndü. Bu sefer de Turkuazoo – Akvaryum ziyaretimizi anlatacağım ve üzgünüm, dördüncüsü de var. Ama sizi temin ederim final yazısında çok eğleneceğiniz videolar olacak.
“Hafta sonu kalabalık olur, en iyisi biz hafta içi bir gün gidelim” dedik ve perşembe gününde karar kıldık. Fakat heyhat! Kör talih diye bir şey var. O gün tam da o gün, tam 4.000 (yazı ile dört bin) ilköğretim öğrencisinin okulları da Akvaryum’u ziyaret etmeye karar verince ve benim bundan içeriye girdikten 1,5 dakika sonra haberim olunca inanılmaz gürültülü ve mücadeleli bir öğleden sonra geçirdik. Gürültü elbette çocukların hep bir ağızdan konuşmalarındandı. Gerçi, on çocuk birlikte hayret etse gürültü olmasına yetiyor zaten:) Bir de pusetle dolaşmaya çalışınca epey zor oldu.
Ama haklarını teslim etmem gerek, çocukların büyük çoğunluğu Selin’e ve diğer küçük çocuklara karşı gayet dikkatli ve kibardı. Maalesef aynı şeyi özellikle bir kadın öğretmen için söyleyemeyeceğim. Pusetle akvaryumların önünde durmamam gerektiğini bir polis edasıyla söylediği gibi, utanmadan beni haşlamaya, neden o gün orada olduğumu kendince sorgulamaya filan kalkıştı. Nasıl bir öğretmendir bilemiyorum, belki işinde çok iyidir. Ama bana hayatımda ilk defa birine “...ama iyi bir insan değilsiniz” dedirtti. Ben böyle bir lafı üstelik kızımın yanında ettim diye fena sarsıldım, uzun uzun düşündüm filan ama kadının zerrece umurunda olmadı. Halbuki hiç bir hakaret veya küfür birisine iyi bir insan olmadığını söylemekten ağır değildir, bence. Öyle hanım evladı filan  değilimdir. Turizm sektöründe 18 yıl geçirmiş, her tür küfrü duymuş ve bazılarını da dolu dolu kullanmış biriyim üstelik. Ama buraya da yazdığıma göre –baksanıza kaç satır sürdü- bayağı etkilenmişim ben ettiğim laftan.
Neyse ki kalabalık, gürültü vs. gibi etkenleri göz ardı ederek acayip güzel vakit geçirdik. Bir ara Selin uzun zaman pusette oturamayıp yürümek isteyince akvaryuma mı geldik, hamama mı girdik bilemedim:) Bakmayın siz kucağımdayken yanağıma yapışmış haline. Benim Munise kızım tarihinin en zıpır hallerini takınarak beni peşinden koşturup perişan etti.  İtiraf ediyorum, kalabalıkta bayağı tedirgin oldum.
(Sol üstteki balık vatoz, sağdakilerin de kum balığı olduğu söylendi.) 
Akvaryuma gelince; içerisi bir hayli loş hele bazı bölümler bayağı karanlık. Herhalde balıkların türleriyle ilgili bir zorunluluktur diye düşündüm. Hem yürüyerek hem de yürüyen bantla geçilebilen bir tünel yapmışlar. Köpek balığını görmek ve resmini çekebilmek için iki kere bu tünele girdik.
(Yine sol üstteki balıklar piranhalar)
İlkinde Selin neye, nereye bakacağını şaşırmış haldeydi, ayaktaydı ve bir saniye bile yerinde durmadı. Elbette Selin’i zaptetmeye çalışmaktan köpek balığı filan göremedim.
İkincisinde Selin’i pusetine oturttum ve bu sayede kocaman vatozları, köpek balığını ve yavrusunu görme, Selin’e gösterme ve fotoğraflama şansım oldu. Selin’in köpek balığını görünce ilk tepkisi hafiften korkmuş bir suratla “Oooooo!” idi.
(Yine sol üsttekiler Nemo ve akrabaları)
Akvaryumun bana göre eksik taraflarından biri balıkları tanıtan bir broşürün olmamasıydı. Gerçi her akvaryumun yanında açıklamalar vardı ama kalabalıkta, karanlıkta ne not almak ne de fotoğraflamak mümkündü. Dolayısıyla fotoğraflarını gördüğünüz balıkların isimlerini maalesef yazamadım. Bu arada adını bildiğim balıkları nedense sol üst köşeye yerleştirmişim hep:)
Sonuç olarak, Selin'in her akvaryumun önüne geldiğimizde "A-aa! Anne bak! Başşa bayık, bu büyük, bu küçük, bu kocamaan". "Bayıkya bi buydan bi oydan geyiyo (Balıklar bir buradan bir oradan geliyor)" demesi, durup durup kikirdeyerek küçük kahkahalar atması tüm yorgunluğuma değdi.  Sanırım meleğimi her yıl en az bir kere Akvaryum'a götüreceğim. Her yaşın gözüyle başka bir şeyin dikkatini çekeceğini ve her defasında yeni şeyler öğrenebileceğini düşünüyorum.

Not: İlk fotoğraf, girişte siyah bir panonun önünde, üst köşeye konmuş oyuncak köpek balığına bakmanız sağlanarak işletme tarafından çekilip foto montajla bu hale getiriliyor. Size de 15-20 TL bayılıp satın almak kalıyor.

9 Mayıs 2010 Pazar

Bana Göre Değil!

Yok! Bu, anneler günü, babalar günü, o günü ,bu günü...
Yok, bunlar bana göre değil.
Evet, annemin bana olan düşkünlüğünü anne olunca daha iyi anladım.
Evet, annemin ben doğum yaptıktan 5 gün sonra hiç beklenmeyen bir şekilde kalp ameliyatı geçiren ablamın ameliyatı sırasındaki endişelerinin ve sonrasındaki sevincinin ne demek olduğuna dair gerçekten empati kurabildim.
Evet, kızım tabağındaki elmaların birazını bıraktığında aç kaldı deyip kendimi yerken, gençliğimde gece ders çalışırken 2 dilim eksik elma yedim diye aç kaldığımı düşünüp 20 dakikada bir yiyecek bir şey getireyim mi diyen annemin sesi kulaklarımda çınlıyor.
Evet, büyük ablamın yeğenlerimle ilgili herhangi bir şey anlatırken gözlerinde beliren parlaklığı, aynada yorgun suretime bakarken kendi gözlerimde de görüyorum.
Ama yine de böyle günler bana göre değil. Çünkü ben anneler günü dendiğinde sadece bir demet çiçekle ya da bir küçük hediye paketiyle çoook mutlu olan anneleri değil,
küçücük bir kız çocuğuyken annesini kaybeden canım arkadaşımın kendisi anne olduktan sonra bile gözlerinden kaybolmayan hüzün buğusunu,
üzerine titreyerek, binbir fedakarlıklarla yetiştirdikleri biricik yavrularının ölüm haberini alınca kaskatı kesilen anneleri,
her cumartesi günü, kaybolan/kaybedilen evlatları için kara kışta, kızgın güneşte meydanlarda oturan, bir küçük bilgi kırıntısına bile dört elle sarılan, umudunu kaybetmeden dimdik ayakta durmaya çalışan anneleri,
kanıt olmadığı halde suçlu denilip çocuk mahkemesi yerine yetişkin mahkemelerinde yargılanan ve yetişkin hükümlü muamelesi gören yavruları için bir çoğumuzun duymadığı sessiz ağıtlar yakan anneleri,
çocuğuna iyi bir hayat sunabilmek ya da asgari ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çılgınlar gibi çalışan ama bu arada anneliğini doğru dürüst yaşayamayan anneleri de görüyorum.
İçinde bulunduğu koşullar dolayısıyla çok istediği halde annelikten vazgeçmek zorunda kalan ya da mümkün olan her tedaviyi görüp, her ruhani/mistik vs. (ne derseniz deyin) yola başvurup yıllarca anne olabilmek için çırpınan kadınları da görüyorum.
Gözlerim bütün bunları görüyor, yüreğim tüm adaletsizliklere karşı duruyor ve aklım sahici olanla sahte olanı ayırt edebiliyorken...

Yok, değil. Hiç ama hiç bana göre değil...

7 Mayıs 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-13

Bir CEMİLE çılgınlığı yaşıyor Selin son günlerde. Hani mümkün olsa her gece başka bir Cemile kitabını okuyacağız. Hoş, şimdiye dek 4 kitap etti ya... Bir kere okumayla kalsa iyi, her gece aynı kitabı en az 3 kere okuyoruz. En son okumayı da Selin “Dün sabaah” diye başlayarak yapıyor:) Çeviri (Seda Darcan Çiftçi’ye ait) gayet başarılı olmakla birlikte ziyadesiyle devrik cümleler var ve çoğunu değiştirerek okumak durumunda kalıyorum. Kitap yine bir Belçikalı işi. Orijinali “Camille” olan seriyi Aline de Pétigny yazmış, Nancy Delvaux’da resimlemiş. Belçikalılar bu işi cidden iyi biliyor. Çünkü esaslı bir “bande dessinée (çizgi roman)” okur kitlesi var. Koca koca insanlar, elbette içerikleri kendi yaş gruplarına uygun kitapları ayıla bayıla alıp okuyorlar. Böyle bir kültür oluşmuş ülkede. Brüksel’e ilk gittiğimde kitapçılarda bu kitaplara ayrılan bölümleri görünce çok şaşırmıştım. Dolayısıyla bu tür başarılı serilerin Belçikalıların elinden çıkmasına şaşırmamak gerek.
Aslında ben bu tarz çocuk kitaplarından hiç haz etmem. Bir de yayınevinin kapağına neden koyma gereği duyduğunu bir türlü anlamadığım ve beni huylandıran ‘karakter eğitimi’ vurgusunu görünce uzun zaman uzak durdum bu seriden. Fakat geçenlerde her İstanbul’a gidişimizde evin kalabalığı ve canlılığı dolayısıyla uyumak istemeyişini hatırlayıp bir deneyelim bakalım dedim ve giderken “Cemile uyumak istemiyor” kitabını aldım. Meğer kızım böyle bir kitap beklermiş. Ankara’ya dönünce İstanbul’da Deniz’in altının değiştirildiğini görüp çişini kakasını söylemekten vazgeçince “çişini altına yapıyor” u aldım. Acayip işe yaradı ve en azından çişini yeniden söylemeye kakasını da belli etmeye başladı. “banyo yapmak istemiyor”u kaç kez okuduğumuzu hatırlamıyorum. Son iki günün yıldızı ise çıkartmalı kitaplardan “kek pişiriyor”. Bu akşam lazımlığında bu kitabı okurken ilettiği özel isteği üzerine yarın birlikte kek yapacağız:) Önümüzdeki günlerde yapacağımız kısa tatile hazırlık olsun diye “yüzmeyi öğreniyor”u da aldım ama henüz okumadık. Tatile gidince okumayı düşünüyorum. Bu yazıyı yazmadan önce Cemile üzerine yazan var mı diye baktım. Sevgili Raife’nin (Polat) çocukluğumda bütün kitaplarını neredeyse onlarca kez okuduğum, o herşeyin idealize edildiği, çizimlerinin kusursuz ve karakterlerin fazlaca “beyaz” olduğu Ayşegül serisine arkadaş geldi diye müjdelediği şu yazısına bir göz atın, derim. Elbette bu seriyi çok beğenenlerin yanı sıra içeriği felaket diyen anneler de var. Ben seriyi fazlacana doğrudan öğretici bulmuş ve pek beğenmemiş olabilirim ama kızım beğendi ve zevkle okuyup okutuyor. Bana da bu noktada susmak düşüyor. Çoğumuz gibi ben de kişiliğini oluşturmaya çalıştığı bu ilk ergenlik döneminde tercihlerine, isteklerine en yüksek düzeyde saygı göstermeye çalışıyorum elimden geldiğince.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

İstanbul Günleri 2

İstanbul günleri bu sefer Selin için çok eğlenceli geçti. En son Eylül ayında gittiğimizde Deniz daha tam yürüyemiyordu. Aradan geçen sürede yürümeyi bırakın koşmaya ve bayağı bayağı futbol oynamaya başlamış. Bir de acayip dillenmiş, gerçek bir papağan. Her duyduğunu söylüyor, sonra da unutmayıp doğru yer ve zamanda kullanarak bizi dumura uğratıyordu. İlk gittiğimizde Selin’e bıdır bıdır bir şeyler anlatıyor, arada da sorular soruyordu. Baktı Selin cevap vermiyor, kafasını çevirdi ve gayet yüksek bir tondan “Selin, konuş!” dedi:) Hoş, nazlı kızım ancak bir iki gün sonra mır mır bir şeyler söyledi ama yine de bu durum Selin’in işine yaradı tabii. Alışma devresi bitince Meleğimin dili acayip açıldı.
Koridorda Ahmet dayılarıyla futbol oynarken Deniz ‘gooool’ diye bağırıp bağırıp kendini yerlere attı. 3 dakika sonra Selin’i de topa vururken ve yerde ‘gôôôl' diye bağırmaya çalışırken gördüm. Kibar ya, sesli harfleri inceltmeden söylemediği gibi bağıramıyor da:)
İlk iki buluşmalarında Deniz Selin’i ittirerek kendine yol açarken veya elindekini almak için gayri ihtiyari vururken Selin de ağlamaya başlıyordu. İki gün sonra bir baktık, Selin tırnaklarını çıkarmış (gerçekten, şaka yapmıyorum) Deniz’in suratını tırmalıyor. Sonunda bir şekilde anlaştılar ve kalan günlerini çok ufak müdahalelerimizle can ciğer kuzu sarması şeklinde geçirdiler. Selin şimdi sabah akşam “kaadeş Deniz” diyerek sayıklıyor. Deniz de durup durup gayet üzgün bir sesle “Selin Ankaya’ya gitti” diyormuş.
Büyük ablamlara ilk gidişimizde hava biraz bulutluydu ve bahçeye çıkmaları mümkün olmadı. Önce Deniz, Selin’e kargaları gösterdi, sonra biraz birbirlerini hırpalayıp, uyudular. Uyanınca bu sefer Deniz’in odasında oynadılar. Doğal olarak Selin neye elini atsa Deniz istiyor, Deniz neyle oynasa Selin de oynamak istiyor. En sonunda ikisini de yatağa çıkarıp önlerine paylaşamadıkları oyuncağı koydum ve sen şu tuşlarla sen de şunlarla oynayabilirsin diyerek aralarında bölüştürdüm. Sonuç şahaneydi, 20 saniye kadar birlikte oynayabildiler:)
Sonraki buluşmalarında artık iyice birbirlerine alışmışlardı. Pisi kedisini ve Kitty’sini kimselere vermeyen kızım Akvaryum’a giderken Deniz’in elinde oyuncak olmadığını görünce hemen Kitty’sini uzattı:) Çok duygulandık, “ayy canııım!” tepkisi verdik ve olay bitmiştir, dedik.
Bu gidişimizde de bahçeye çıkmak ve içeri girmek konusunda epey bir mücadele ettik Selin’le. Önce bahçedeki kurumuş yaprakları su dolu büyük bir yoğurt kabına tek tek attı. Kesmedi, çiçekleri suladı. İçinde çiçek olmayan toprak dolu saksılara bile su döktü. Hem bahçeyi hem de kendini sular içinde bıraktı. Bir ara bulutlar güneşi kapatıp havanın rengi griye dönünce biraz üşüdü de “biyaz soûk, üşüdü, yêni blûz giy (biraz soğuk oldu, üşüdüm, yeni bluz giyeyim)” dedi ve nihayet eve girdik.

Devamı var... Turkuazoo ve Dolphinarium'da... Üstelik bol fotoğraflı ve videolu...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails