17 Kasım 2011 Perşembe

Masalcı Geldiiii!

"Bir gün babamla birlikte çiftliğe gitmiştik. Orada inekler, koyunlar, kuzular, tavuklar, horozlar, civcivler vardı. Sonra bir baktık ki civcivlerden biri kayıp. Dört tane civciv olması gerekirken üç tane var. Bir tanesi eksik. Ben hemen ormana doğru yürümeye başladım. Niye ormana doğru yürüdüm biliyor musun? Çünkü çiftlik hemen ormanın kenarındaymış.  Neyse, yolda rastladığım bütün hayvanlara civcivi sordum.  Görmediklerini söylediler. Sonra bir mağaraya rastladım. Mağaradan içeri bir baktım ki ne göreyim? Civciv yerine yarasalar. Yarasalardan biri yanıma geldi. Ona civcivi sordum. O da görmediklerini ama bana yardım edeceğini söyledi. Birlikte civcivi aramaya devam ettik. Ormanın içlerinde çok yüksek bir ağaca rastladık. Tam sırtımızı dayayıp dinlenmeye başlamıştık ki, taa ağacın tepesinden cik cik diye bir ses duyduk.  Civciv ağacın tepesinde.  Civciv oraya nasıl çıkmış diye sordum. Yarasa yürüyerek çıkmıştır dedi. Ama civcivler ağaç tepesine yürüyemez ki! Peki ordan nasıl inebilir dedim. Yarasa ben şimdi hop uçar yanına konarım. Onu aşağıya indiririm ama sen benimle konuşmalısın. Biliyorsun ben körüm, göremem ama sesini duyup yanına gelirim, dedi. Yarasa civcivin yanına uçtu. Civciv yarasanın kanadına tutundu. Ben de yarasayla konuştum konuştum konuştum. Tam aşağıya inerlerken civciv yarasaya tutunamadı, yere düştü.  Tam o sırada ormanda yürüyüş yapan bir küçük file rastladık. Civcivi sorduk, görmedim dedi. Birlikte aramaya başladık. Yürüdük yürüdük yürüdük. Tam o sırada ağaçların arasında kutular gördük. Bunlar ne böyle dedik. Yarasa o nedir? dedi. Göremiyor ya hani. Kutuların yanına gittik. Kutulardan sesler geldi. Birinden cikcik diye bir ses, diğerinden mee diye bir ses, diğerinden mööö diye bir ses. Yavru fil hemen hortumuyla kutuları açtı. Bir de ne görelim kutuların içinden bir civciv, iki yavru inek –Annee, ineğin yavrusuna ne denirdi? –Buzağı. Hah hatırladım, iki tane buzağı, üç tane kuzu çıktı. Hep birlikte çiftliğe döndüler. Çiftlikte yavru file ot, yarasaya yumurta (?) ikram ettiler.  Hep birlikte dans edip şarkı söylediler, çok eğlendiler. Sonra çok yorulmuşlardı, hemen uykuya daldılar. –Anne, benim  çok uykum geldi, ben artık uyuyorum." S.P.

Yukarıdaki masalı Selin 13 Kasım 2011 Pazar akşamı yatakta yatarken bana anlattı. 

Aşağıdaki masalı da 11 Ağustos 2010 günü Ayvalık'ta anlatmıştı. Selin'in anlattığı başı sonu belli ilk masalıydı. O dönem herkese ve herşeye isim vermeye başladığı dönemdi. Masaldaki hayvanların isimleri de bizzat Selin tarafından uydurulmuş ve uzun zaman çeşitli ve birbirine benzer masallarda aynen kullanılmıştır.  Bu isimlendirme merakı hala devam ediyor. Öyle ki belgesellerde seyrettiği her hayvana isim veriyor hatta bazen birbirleri arasında akrabalık bile yaratıyor:))

"Timsah Ogg, su aygıyı Asis, moos (mors) Amus, diyer timsah Gyibi ve yunus hop hop denizde oynamışyay. Soona yunusa binip Akamon’a gitmişyey. Bi bakaaken fok göömüş kaaşıdan. Biidenbiye bakaaken timsah Ogg göömüş foku. Moos çok kokmuş çünkü kayboymuş, yunusu takib edeyken koşayak hop hop diye atyamış. Bi bakaaken hepsi bi ses duymuşyay. Yakyaşmışyay, ıııııııı-ıııı-ııııııı diye şaakı söyeyen beyaz bayinayı göömüsyey. Yanında da mami bayinayı göömüşyey. Bii de simit göömüşyey. Benim simidim. Bana simidi taktıyay. Ben de yunusun sııtına bindim. Çok güzeydi."  S.P.
Yuvaya giderken, gelirken arabada sürekli masal anlatmaya başlayıp bir türlü sonunu getiremeyen, her akşam en az üç kitap okutan, her lafa gayet mantıklı bir yorumu, her soruya çoğu zaman komik ama mutlaka uygun cevabı olan bir çocuk artık. Bir masalcı mı yetişiyor ne? Bekleyelim, görelim...pardon, dinleyelim.

19 Ekim 2011 Çarşamba

Eğitim: İdeolojilerin Savaş Alanı

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana yurttaşlarını  “doğru vatandaş”a dönüştürmek üzere planlanan, ideoloji pompalamasının, mesela tarih eğitimi gibi alanlarda arşa vurduğu, tuhaf bile denemeyecek bir sistem hakkında yazmak zor. Hele bir de vakti zamanında aynı tornadan geçmiş ve bu kısıtlayıcı, koyunlaştırıcı etkilerden arınmak üzere kendini hala rehabilite eden biriyseniz daha da zor. Üstelik bir de toplumsal duyarlılığı yüksek bir kadın, bir anneyseniz misli misli zor. Çünkü neresinden tutsanız elinizde kalıyor. Ama bir yerden de başlamak lazım. Devamı Alternatif Anne'de...


18 Ekim 2011 Salı

Artık Zamanı Gelmişti...


Okul zamanı, hastalık zamanı...Selin de kuralı bozmadı. Cumartesiden beri zaman zaman yükselen ateşi pazar gecesi tavan yaptı. Dün doktora gittik. Şimdi öğlen belli olacak boğaz kültürünün sonucunu bekliyorum, heyecanla. "Her yerde salgın var, beta olabilir" dedi doktoru.
Uzuuun zamandır, ara filan değil basbayağı boşverdiğim blog yazılarıma ve tariflerime yine başlıyorum. Oyunlarımızı yazmam biraz daha fazla vakit alacak gibi görünüyor. Malum önce oynamak ve tam o esnada fotoğraf çekebilmek, sonra da vakit bulup yazabilmek lazım. Tabii her şeyden önemlisi meleğimin oyun oynayacak enerjisine kavuşması lazım.
Sessizliğimi Mutfak Muhabbetleri’ndeki haftanın menüsüyle bozmuş bulunuyorum. Umarım bana olduğu gibi size de kolaylık sağlar.
Bir ara şu sessizliğimin nedenleri üzerine de iki satır yazarım, belki. Söz vermiş olmayayım da. Çok şey birikti ve hayat artık eskisinden daha hızlı geçiyor sanki. Hafıza, akıl defterine alınmış küçük notlardan, fotoğraflardan ve usulca gelip ruhunda kendine yer bulan izlerden yardım alıyor. Çoğu zaman da sadece yaşadığıyla kalıyor insan...

22 Temmuz 2011 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 40, 41

Aylardır şöyle oturup doğru dürüst bir şeyler yazamıyorum bloga. Ya bir dönem çok meşgul oluyorum veya vaktim olsa da yazmak istemiyorum. Yaz rehaveti filan da değil üstelik. Tuhaf bir şey... Blogların kapanmasından ve tabii açılmasından beri kendimi toparlayamadım gitti. Benim de Pratik Anne gibi hem bloglarıma hem de kendime bir çeki düzen vermem gerekiyor artık. Ben bile sıkıldım bu durumdan. Bu hafta bari kitap gününü kaçırmayayım diyerek iki kitabı tanıtmakla başlayayım.
Haftanın ilk kitabı Nesin Yayınevi’nin Çocuk Cenneti Kitaplığı Serisinden, Emma Chichester Clark’ın Türkçe’ye MİNİ MİNİ MUALLA adıyla çevrilen Little Miss Muffet Counts to Ten isimli kitabı. Kitap Mini Mini Mualla’nın ormanda bir ağacın dibinde bir mindere oturup çorbasını içmesiyle başlıyor. Yanına önce 1 örümcek, sonra 2 lemur, sonra 3 saksağan... ve en sonunda 10 timsah ellerinde büyük bir kutuyla geliyor. Mualla o kadar korkuyor ki onu öğle yemeği niyetine o kutuya koyacaklarını sanıyor ama... Sürpriz!... Elbette sonunu yazmayacağım ama şenlikli bir son olduğu tüyosunu verebilirim.  Çizimler çok eğlenceli, detaylara çok dikkat edilmiş. Her sayfada önceki sayfalarda hikayeye kaç hayvan katılmışsa hepsi birden resmedilmiş ve her sayfada her hayvan başka bir durumda çizilmiş. Örneğin 7 sayısının belirtildiği sayfada 1 örümcek, 2 lemur, 3 saksağan, 4 tilki, 5 kedi , 6 köpek ve 7 ayı var. 8 sayısının vurgulandığı sayfada bunlara 8 tane deniz papağanı ekleniyor ama mesela bir önceki sayfada sandalye taşıyarak gelen ayılar bu sayfada masayı düzenliyorlar.
Yabancı dilde kitapların eğer bir tekerlemeye dayanıyorsa Türkçe’ye de tekerleme gibi çevrilmesi, farklı dil yapılarından dolayı ciddi zorluklar içeriyor. Kitap bu zorluğu aşmış diyebilirim. Çeviri Tülay Dikenoğlu Süer’e ait.
Selin kitabı ilk okuduğumuzda aynen Mualla gibi son sayfadaki timsahlardan hafiften ürkmüştü. Fakat o sayfaya gelene kadar bütün hayvanlar mutlaka yanlarında bir şey getirdiklerinden, bunun bir parti hazırlığı olduğunu anlamış ve iyi bir tahminde bulunmuştu. Uzunca bir süredir, neredeyse günaşırı, “iyi ki doğdun şarkısını söyleyelim anne” diyerek oyun hamurlarından yaptığı pastayı burnuma dayadığından olsa gerek, kitabı çok beğendi ve bir kaç gece okuttu.  Hala da arada bir okuyoruz.
Hesapta kitabın sonunu söylemeyecektimJ))
Bu aralar Türkçe yazan çocuk kitabı yazarlarını bilhassa arayıp, inceleyip, kitaplarını alır oldum. Bu alanda kendini kanıtlamış isimlerden biri olan Ayla Çınaroğlu’nun bu kitabını görünce hemen hızla göz atıp kasaya yöneldim. Ben kitabı yeni çıkmış zannederken eve döndüğümde künyesine bir baktım ve ilk basımının 1999 yılında yapıldığını gördüm. Kendime kızdım tabii. İş Bankası’nın, YKY’nin, Kır Çiçeği’nin,  Redhouse Kidz gibi yayınevlerinin çeviri kitaplarına o kadar çok takılmışım ki, gerçekten çok az sayıda olan yazar ve çizerlerimizin kitaplarını fark etmemişim.  Ha diyeceksiniz ki, hepsi de bir heves alınacak şeyler değil. Haklısınız. Bazen  “bu kitabın basımında kullanılan kağıda, boyaya,  matbaadaki işçinin emeğine yazık yahu!” dedirten kitaplarla da karşılaşıyor insan. Ama bu kitap bence az sayıdaki güzel örneklerden biri.
Tembel Fare Tini Dizisi’nden bahsediyorum. Uçanbalık Yayınları'ndan çıkan ve dizinin 2. kitabı olan PEYNİRLİ BÖREK’ten.  Balkan kökenli biri olarak böreğin hele ki peynirli böreğin damağımda özel bir yeri vardır. Hal böyle olunca kitabın daha içine bile bakmadan adına bayıldım. Bir de sayfaları çevirdikçe hem hikayenin sevimliliği hem de Mustafa Delioğlu’nun şahane çizimleri bizi çok etkiledi. Bence Miki Fare’den bile daha sevimli ve daha şahsiyetli bir küçük fare.  Çizgi filmi yapılsa mesela, acayip tutar diye düşünüyorum. Selin Tini’ye bayıldı bayıldı. Kitabın çok hoş bir espriyle bitmesi üzerine de  “Ne kaday da tembelmiş anneee!” diye hafiften şımararak gevrek gevrek güldü.  Hararetle tavsiye ediyorum.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Bazı Turistik Tesisler

Geçen yıl yaz sonu bazı turistik tesislerle ilgili bir yazı yazmış ama ben bloga aktarana kadar yaz bitivermişti. Nihayet! İşte daha önce söz verdiğim üzere, geçen sene gittiğimiz, kaldığımız tesislerle ilgili bir kaç (!) satır...
Turunç Loryma Otel: Bunca yıllık turizmciyim, hani şu son 4-5 yılda açılan en yenilerini bilemem tabii ama gördüğüm en geniş apartlar burada. Apartların hiçbirinin pencerelerinden veya balkonundan diğerlerini görmek mümkün değil. İsteyen balkonuna çıkıp üstsüz bile güneşlenebilir yani.  Turunç koyunun yapısı gereği sahilden uzak ama 30-45 dakikada bir olmak üzere servis var. 5-6 dakikada sahildesiniz. Bir traktörün çektiği, üstü tenteli, oradakilerin çekçek dediği şeyle sahile inip belediyeye ait plajdan günlük gayet makul bir ücret ödeyerek (sanırım 10 veya 15 TL idi) denize girmek ya da tesisin havuzundan yararlanmak mümkün. Tesiste yemekler açık büfe ve bilhassa kahvaltısı çok çok iyi. Denize uzaklığının dışında olumsuz tek tarafı, dik sayılabilecek bir yamaca kurulduğundan apartların büyük kısmına ulaşmak için biraz yokuş çıkmak gerekiyor. İyi tarafı çocuklu ailelere ve yaşlı çiftlere en yakındaki apartlardan yer veriyorlar.  Çocuk klübü her gün belli saatler arasında açık ve çocuk havuzuna yakın. Çocuklar Türkçeyi gayet iyi konuşan genç bir Alman kadın gözetiminde oyunlar oynuyorlar. Tesiste bir de mini çiftlik var. Teoman yaz okulundayken Selin’le neredeyse her gün kahvaltıdan sonra çiftliğe gidip hayvanlara bakmıştık. Selin o zamana kadar sadece kitaplarda gördüğü atların, eşeklerin, ineklerin ne kadar büyük olduklarını görünce önce fena halde korktu. Sonra buzağıların yanına gittik, onlar bile büyük geldi ama en azından buzağıların yanında kucağımdan inebildi. Sonra koyun ve keçilerin olduğu ağıla gittik. Orada da sanki ayağına diken batmışta çıkmıyormuş gibi durmaksızın bağıran kuzuları ve keçileri görünce bir tuhaf oldu. Ama sanırım en büyük şoku temizlik konusunda yaşadı. İlk gün çiftlikten ayrılıp tesise doğru yürürken (bu arada çiftlikle tesisin arası taş çatlasın 40-50 metre) “buyası biyaz pis anne” dedi. Kitaplarda hep tertemiz ve sevimli renklerde çizilmiş hayvanları görüyor, şaşırdı tabii  yavrucak. Ertesi gün “çiftliğe gidelim mi?” diye sorduğumda önce kesin bir tavırla “hayıy, oyası pis” dedi, sonra biraz düşündü, dayanamadı ve “ebet ebet gideyim, kuzuyaya meyama diyeyim anne” dedi. Apartta kahve makinesinin bile olduğu bir mutfakta yavrunuza isteğinizi pişirip yedirebilmek hoş bir ayrıntı ama tatilde sizi ne kadar dinlendirir, bilemem:) Fiyatlara gelince; tesisin sunduğu imkanları, mutfağının başarısı ve mini çiftliği gözönüne alındığında çok makul kalıyor.
İzmir Balçova Termal Tesisleri: Ne çocukla ne de çocuksuz gidilebilecek bir yer. Kuruluş amacına uygun olarak sağlık sorunları olanlara hitap eden bu yüzden de ağırlıklı olarak 60 yaş ve üzerindekilerin kaldığı, içeri girdiğiniz andan itibaren ruhunuzun kasvetle sarmalandığı bir tesis. Yemekler sıradan bile değil. Halbuki İzmir’in en uyduruk lokantasında bile Ege’nin lezzetlerini tatmak mümkün. Zorunlu değilseniz gitmeyin diyorum ve daha fazla yazacak bir şey bulamıyorum, maalesef.
Belek Club Ali Bey: Çocukla(rla) gönül rahatlığıyla gidilebilecek bir hayli tuzlu fiyatı olan ama buna değen bir tesis. Üstelik seyahat acentalarının erken rezervasyon sistemiyle gayet uygun koşullarla ödeme yapmak mümkün. Aquapark sebebiyle çocuk ve engelli dostu denen tesislerden. Öyle çook geniş bir alana kurulup her bir ünitesi oraya buraya serpiştirilmiş tesislerden değil, gaayet derli toplu. 13 tane konak var, bazıları 3, bazıları 2 katlı. Tesisin her birimine girişte çocuk ve engelli arabaları için rampalar var. Bir büyük havuz, bir sessiz havuz (suda oynamak için değil de benim gibi kesintisiz yüzmek isteyenler için düşünülmüş) ve bir çocuk havuzu var. Aqua Park tesisin diğer ucunda. Bu da gürültü faktörünü ortadan kaldırıyor. Birimlerin yerleşimi, konakların yapısı kısaca tesisin tasarımı çok başarılı. Her şey Osmanlı konsepti üzerine oturtulmuş fakat katiyen insanı baymıyor. 
Yemeklere gelince; çok ama çok zengin ve lezzetliydi. Bilhassa Türkiye’ye döndükten sonra Ankara’da bir tane bile gerçek Çin Lokantası bulamamış ve Çin mutfağını çok seven birisi olarak epey canımı kandırdım. Selin’e neredeyse her öğün farklı bir balık yedirdim. Maalesef tatlı bölümü acayip başarılıydı ve doğal olarak iki kilocuk alıp döndüm. Ana Restorantın dışında bir de sahilde denize nazır bir restoran vardı ki her gece orada yemek yemediğimize çok pişman olduk. 
Animasyonların ve ekibin ne kadar iyi olduğundan daha önce bahsetmiştim, sanırım. Tesisin, çevreye duyarlı bir şahsiyetseniz eğer, olumsuz olabilecek tek yönü kumsalının caretta carettaların yumurtlama alanı içinde kalması –ki aslında o bölgedeki bütün oteller için aynı şey geçerli. Dediklerine göre, sıkı kontrol altında tutup eğer bir caretta yumurta bırakmışsa kumsalda hemen o alanı çevreleyip uyarı levhası asıyorlar. Biz şahit olduk. Bir gün önce kumsalın o bölümünde hiç birşey yokken ertesi gün hemen çevrelenmiş bir alan ve levha vardı. Bu uygulamanın ne kadar yeterli olduğunu anlamak için o bölgede bırakılan yumurtaların ne kadarının yaşadığına dair istatistik tutulmasını, eğer eskaza böyle bir istatistik tutuluyorsa her yıl ilan edilmesini istemek gerekir bence. Bir dolu lafı edilen bunca ihtimam bir işe yarıyor mu yaramıyor mu görmek lazım, dii mi?
Tesisle değil ama Belek’le ilgili önemli bir  husus; katiyen serinletmeyen ve dalgalar yüzünden adamı serseme çeviren denizden hoşlanıyorsanız sorun yok, ne ala! Ama eğer benim gibi, deniz dediğin soğuk olur diyenlerdenseniz, havuza mahkum kalabilirsiniz.
 

16 Haziran 2011 Perşembe

Selin'in Süpürgesi

Geçen haftalarda tanıttığım kitaplardan biri olan “Süpürgede Yer Var mı?” kitabının Selin’de nasıl bir iz bıraktığını yazacaktım ya, işte yazıyorum. Ben Ankara’ya dönünce anladım etkisini. Mayıs başında İstanbul’dan döndüğümüzden beri –ki sonraki yazımın konusudur, istisnasız her gece bana İstanbul’da neler yaptığımızı anlatıyor. Sonra süpürgesiyle bir cadı ortaya çıkıyor ve önce Selin, annesi, babası ve Pakize süpürgeye biniyor. Sonra İstanbul’dan ananesini, Akın dedesini, Gülannesini, Deniz’i, teyzesini, Yasemin’i (benim yeğenim, Deniz’in annesi, Alternatif Anne’nin uzman psikologlarından), büyükannesini, dayısını, Sinan’ı, Selda’yı bindiriyor süpürgeye. Sonra uçup Brüksel’e gidiyorlar. Oradan da babaanneyi, Sina dedeyi, kardeşi Yeyo’yu (Leo), amcasını, Mayta’yı (Marta) alıyorlar. Herkes süpürgede, hem de koltuğa oturarak seyahat ediyor ve Antalya’ya gidiyorlar (Mart ayında Antalya’ya gidişimize gönderme yapıyor). Oradan da Zerrin teyzeyi, Sinan amcayı, Elif ablayı ve Murat abiyi alıyorlar. Sanki onlar Antalya’da yaşıyorlarmış gibi:) Sonra Ankara’ya dönüp bu sefer arkadaşlarını (Ada, Mira, Zeynep) ve annelerini alıyorlar, dünyayı gezmeye başlıyorlar. Dünyayı gezmek deyince harbiden geziyorlar. Mesela Afrika’ya gidip zürafa ve filleri görüyorlar, sonra Avustralya’ya gidip anne kangurulara ve anne koalalara yavrularını nasıl taşıdıklarını soruyorlar. Bütün bunları nereden mi biliyor? Elbette Meraklı Minik Dergisi’nden. Kitaplarda karşımıza çıkan her hayvanın nerede yaşadığını öğrenene kadar bizi rahat bırakmıyor ki. Hani göster bakalım, Afrika neresi desek o günkü ruh haline göre sokağın karşısındaki boş araziyi gösterebilir tabii:)   
Ebevynler olarak çocuklarımızın hayal dünyalarını uçsuz bucaksız bırakabilmek, onları sağlıklı ve iyi beslemenin çok önemli bir yolu bence. Bu, aynı zamanda, günümüzde çok yoğun biçimde yaşanan zihinsel tıkanıklık ve vasatlıktan kurtulabilmenin de tek çaresi.

Not: Yukarıdaki fotoğrafı 12 Eylül 2009 tarihinde çekmişim yani topu topu 20 aylıkken. O zamanlar Munise’ydi ama son 1,5 yıldır gerçek bir cadı olup çıktı:) Elindekini de modern zamanların cadı süpürgesi diyerek idare ediverin:)

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Anne Olmayı Reddetmek

Çok değil 40 yıl öncesine kadar insanlar hayatlarında neyin nasıl değişeceğini hiç sorgulamadan, gerçekten isteyip istemediklerine dair bir iç hesaplaşma yaşamadan, biraz “içgüdüsel”, biraz dini bir yükümlülük, biraz da insan neslinin devamı için zorunluluk olduğundan çocuk sahibi oluyordu. Bugün gelinen noktada kadınlar artık çocuk sahibi olup olmamak konusunda bir nebzede olsa özgürler ve elbette bu özgürce karar verebilme durumu batıda bir hayli sancılı ve yüksek bedeller ödenerek yaşanan feminizm akımları sayesinde mümkün olabiliyor. Böyle bir seçimin sadece eğitim düzeyi yüksek kadınlar için sözkonusu olduğunu yazmaya gerek bile yok.
Günümüzde annelik, tercihlerin farklı olması sebebiyle çok farklı algılanıp, farklı yaşanıyor. Özellikle eğitim düzeyi yüksek kadınlar, artık ne dinin gereği ne türün devamı ne de içgüdüsel diye çocuk yapıyor. Artık kadınların, anneliği benimsemek, reddetmek ya da kendi içinde tartışabilmek gibi seçenekler yarattığı rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada elbette çocuk isteğinin içgüdüsel ve evrensel bir karşı konulamazlık içerdiğinden bahsetmek de imkansızlaşıyor.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails