9 Mart 2010 Salı

Kızıma (İyi) Bir Haller Oluyor!

Geçen hafta başında şunları şunları anlatayım diye planlar yapıp, bir de meşhur yapılacaklar listeme yazıp yazıp elbette yine yapamadım. Dolayısıyla iki kitap tanıtım yazısı üstüste geldi, iki cuma arası blog boş kaldı. Bu hafta başına kısmetmiş! Ben de bir hoşum, sanki haftada en az iki-üç yazı yazarmışım gibi:) Kasım ayında tek bir satır bile yazamadığımı da unutmuş değilim tabii ama elden ne gelir!
Halbuki tuvalet alışkanlığı hususunda kaydettiğimiz gelişmeleri,
iki haftadır cumartesi günleri gittiğimiz ve Selin'in acayip mutlu saatler geçirdiği Binbirçiçek Çocuklar Evi'ndeki Orff Müzik/Ritm derslerini,
ders sonrası yemeğe gittiğimizde Mira’yla sarmaş dolaş olmalarını,
geçen hafta sonu Ziyni (Zeynep)'le Kuğulu Park'ta kuşların peşinden koşturmalarını,
hala var olduğuna pek inanmadığım 2 yaş sendromuna uygun "benim de bir şahsiyetim var ama!" diyen tuhaf taleplerini, ne sabah ne öğlen ne de akşam sofrasından bir çatal dahi kaldırtmamak konusundaki inadını,
lekelenmediği sürece üstündekileri yatarken bile çıkarmamak için direnişini (sadece pisi kedili kıyafetlerle kandırabiliyoruz), bulaşık makinesini onsuz boşaltamayışımı (eğer boşaltmışsam her şeyi yeniden tekrar makineye koyuyorum ve tencereler dahil olmak üzere tek tek bana vererek makineyi o boşaltıyor), aylardır gelişerek devam eden puzzle manyaklığında şimdilik son noktanın 12 parçalı olanlarını "la la laaa" diye mırıldanarak ve çalan şarkıyı beğendiyse yerinde hafifçe sallanıp dans ederek tamamlamak olduğunu, yaklaşık iki-üç hafta önce mutfaktaki beyaz eşyaların logolarının aynı olduğunu keşfedip tek tek işaret etmesini, yeni doğum yapan Tümay Arslan-Mesut Yeğen çiftinin henüz 15 günlük kızları Roza'ya "hoşgeldin" demeye gittiğimizde fotoğraf makinemizin, televizyonun ve müzik setinin üzerindeki logoların da aynı olduğunu farkedip Mesut'a da tek tek göstermesini ve tabii Mesut'un şaşkınlığını yazacaktım. Neyse, bu yazıyla yazdım sayılır dii mi?:)

5 Mart 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-5

Bu hafta sıra, çizimlerini çok beğendiğim Feridun Oral’ın Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan KIRMIZI ELMA kitabında. Ankara’ya kar yağacak diye beklediğimiz günlerden birinde almıştım. Kitap kar yağışlı, soğuk bir kış günü acıkan bir tavşanın ormandaki bir ağaçta kalan tek bir tane kırmızı elmayı alabilmek için dostlarından yardım istemesiyle başlıyor. Sırayla kır faresi, tombul tilki ve hatta uykusundan uyandırdıkları koca ayı tek tek elmayı düşürmeyi deniyorlar ama başaramıyorlar. En sonunda birlikte hareket edip komik bir şekilde kırmızı elmayı düşürüyorlar. Sonra da paylaşıp birlikte yiyorlar ve koca ayının ininde uykuya dalıyorlar. Selin kitabı o kadar sevdi ki aynı akşam tam 4 kere okuduk. Sonraki 2-3 gün kitabı elinden düşürmedi hatta salona bile getirdi. Çizimleri, anlatımı son derece yalın bir kitap. Kış mevsiminde geçtiğinden olsa gerek çok canlı renkler kullanılmamış ama bunun yarattığı sadeliğin ve dinginliğin iki yaşındaki bir kız çocuğu için bile çekici olduğunu söyleyebilirim:)

26 Şubat 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-4

Bu haftanın kitabı, UYUYAN KÜÇÜK TAVŞAN. Daha önce de bir kitabını tanıttığım Debi Gliori’nin T. İş Bankası Yayınları’nın Orman Masalları Serisi’nden. Gerçekten kitabın tanıtımında da yazıldığı gibi ışıl ışıl bir öykü. Ormana kar yağınca dışarı çıkıp oynamak isteyen sevimli tavşan ve arkadaşları anlatılıyor. Yine kafiyeli, yine sade ve net cümlelerle. Ben bilhassa bir dala tünemiş kocaman gözleriyle bakan kuşa ve boynundaki pembe atkıya bayıldım.

21 Şubat 2010 Pazar

Enteresan Şeyler Bunlar –Bölüm II

Pratik Anne beni 25 Ocak’ta yazdığı şu yazısıyla mimlemiş. Ben de tam “oh, bu sefer de çaktırmadan savuşturacağım galiba” derken yakalanmışım. Yazıyı biraz geç okuyunca ve ardından Selin hastalanınca ancak bu hafta sonu vakit bulup yazabildim.

1. Türkçe takıntım var benim. Aslında bu ilk madde herhalde blogu ilk kez okuyanlar tarafından bile hemen anlaşılmıştır diye düşünüyorum. Uzun uzun anlatılacak bir şey değil yani.

2. Müziğe olan ilgim hayati derecede önemlidir benim için. Belki de konservatuarın opera-şan bölümünü İktisat Fakültesi’ni bitirmek uğruna istemeye istemeye bırakmanın da etkisi vardır, bilemiyorum ama hayatımın en olmazsa olmazlarından biridir müzik. Bütün öğrencilik hayatım boyunca hep ders çalışırken müzik dinlerdim ama asla bildiğim ya da öğrenmek için yanıp tutuştuğum dillerde söylenmiş şarkıları değil. Çünkü kulağıma bir kelime takılır ve onun anlamını, nerelerde nasıl kullanıldığını yani ıcığını cıcığını öğrenene kadar uğraşırdım ve ders çalışmalarım kesintiye uğrardı, tabii:) Bilhassa caz müziği dinlerdim. Hoş hep dinledim, dinliyorum ve dinleyeceğim...Sınavlarda da değişik bir hatırlama yöntemim vardı. Önce sorunun çıktığı konuyu çalışırken hangi şarkıyı dinlediğimi hatırlar sonra kulaklarımda o müzik çalarken çalıştığım yerleri sanki yeniden okuyormuş gibi olurdum. Hala bazen bazı caz parçalarında İktisadi Düşünce veya İktisat Tarihi derslerinin çalışma notlarını hatırlayabiliyorum. Caz müziği kadar Türk halk müziği de dinlemeyi çok severim. Neşet Ertaş, Erkan Oğur, Sabahat Akkiraz en sevdiklerim. Kardeş Türküleri de çok beğenerek dinliyorum. Etnik müziğe de özel bir ilgim vardır. Bilhassa Açık Radyo’da sivil toplum üzerine program yaptığım 3,5 yıl süresince etnik müzik kültürümün bir hayli geliştiğini söyleyebilirim.
3. Olayların tam ortasındayken bile hemen dışına çıkıp ne yapılması gerektiğini düşünürüm ve hemen etrafımdakileri örgütlemeye, işleri planlamaya çalışırım. Bazen iyi bazen kötü bir şey bu. Örneğin Marmara depremi sırasında ve hemen sonrasında, kurucularından biri olduğum ve yıllarca çok emek verdiğim Sivil İletişim Ağı İnisiyatifi vasıtasıyla can arkadaşlarımla beraber çok ama çok gayret sarf etmiştik. İşler biraz düzene girip 'ne oldu böyle, neydi bu?' diye geriye dönüp baktığımda gördüğüm, yaşadığım şeyler o kadar birikmiş ve o kadar ağırdı ki, ardından sessiz ama çok uzun süren bir travma geçirdim. Belki hemen tepki verebilseydim bu kadar derin bir iz bırakmayacaktı.

4. Takıntılarım: Bulaşık makinesinde aynı tabaklar (önce desen sonra büyüklük olarak) sırayla dizilmeli, cüzdanımda paraların yüzleri hep aynı yöne bakmalı ve küçükten büyüğe sıralanmalı. Meslekten gelen bozulma biliyorum, bilhassa bir restorana filan gidildiğinde mutlaka mekanı tümüyle görebileceğim bir konumda oturmak isterim. Ayrıca cep telefonlarındaki kısa mesajlarda bile Türkçe kurallarına uymak, cümle başı büyük harf kullanmak, mı mi soru eklerini ayrı yazmak filan gibi 1. maddeye bağlanabilecek takıntılarım da vardır. Mekan isimlerinin Türkçesi varken yabancı dilde olması konusuna girmeyeceğim bile.

5. Yapılması gereken işleri mutlaka yazıp, sonra da yazmakla çok vakit kaybedip bir çoğunu bitirmeye zaman bulamam. Ah, işte bu da bir mesleki bozulma. Turizm, bilhassa acentacılık çok detaylı ve en ufacık hataların büyük sonuçlara yol açabildiği bir iş. Hele bir de benim gibi "hayatta ne yapacaksan adam gibi yapacaksın, elinden gelenin en iyisini yapacaksın" düsturuyla büyüdüyseniz, durumunuz vahim demektir. Bir vakit sonra unutmamak için her şeyi yazmaya başlıyorsunuz. Bu iş hayatınızdan (eğer geriye bir şey kalmışsa) özel hayatınıza da sıçrıyor. Benim bir günde yapılacaklar listem katiyen o günde bitmez. Mutlaka listemde olmayan bir iş çıkar ve bütün iş programımı alt üst eder. Belki de doğrusu, beni yakından tanıyanların dediği gibi hayatın ve bünyemin hızı, tezcanlılığımla artık aynı paralelde değil. Bunun iş hayatında mesela gece eve 01.00’de dönerek telafisi mümkündü ama çocuklu hayatta böyle bir şey söz konusu bile olamıyor.

6. Aynı dönemde en az 3 değişik kitap okur(d)um. Bir tanesi başucumda, bir tanesi salonda büfenin üstünde diğeri de genellikle Selin’in odasında durur. Salonda duran çokkültürlülük, insan hakları, milliyetçilik üzerine sosyal bilimler ağırlıklı kitap ve dergilerdir. Başucumda genellikle roman, öykü veya şiir kitabı olur. Selin’in odasında ise, O bir köşede oynarken bazen yanında durmamı istediği için masal veya çocuk gelişimi üzerine okuduğum bir kitap olur. Bir şey okurken dünya yansa oralı olmam, kimse beni yerimden kolay kolay kaldıramaz. Selin’in minik bir fısıltısı hariç:) Ne okursam okuyayım 15-20 dakikada bir şöyle 5-10 saniyelik aralar verir ve mutlaka okuma pozisyonumu değiştiririm. Kurtluyumdur. Öğrencilik yıllarımda da illa ki yerimden kalkar, şöyle bir evi dolaşır sonra yine derse otururdum. Yani kısacası odaklanma sürem en fazla 20 dakikadır.
7. Su...Benim için hayati önem taşıyan bir başka şey. Çantamda mutlaka suyum vardır. Çok kızgın olduğumda, sinirlendiğimde ve/veya çok sevindiğimde mutlaka ya su içerim ya ellerimi yıkarım ya da eğer mümkünse deniz, göl, nehir, işte su niyetine ne varsa bir müddet seyrederim. Sakinleşmek için illa suyun sesini duymam gerekir. İş hayatında çok mühim görüşmeler öncesi tuvalete gidip musluğu açar, bir süre suyun akışını izler, sesini dinlerdim ve her toplantıdan önce mutlaka bir bardak su içerdim. Üzerine bir bardak soğuk su içtiğim toplantılar da olmuştur tabii:)

Ben artık bu saatten sonra mimlenmemiş kimse kalmamıştır diye düşündüğümden ve aslında bu işten hiç haz etmediğimden kimseyi özellikle mimlemeyeceğim. İsteyen kendini tarafımdan mimlenmiş kabul edip yazabilir, biz de zevkle okuruz.

Foto 1: 2003 yılının ilk günleri...Şirketimden akşamın bir vakti çıkmaya çalışırken, çantamda anahtarlarımı arıyorum. Suratım bembeyaz, yorgunum. Tek istediğim eve gidip uyumak.
Foto 2: 2003 yılının son günleri... Toledo sokaklarında... Ağustos ayında yapmadığımız balayı gezisindeyiz. Hiç anlaşılmıyor değil mi?:)

19 Şubat 2010 Cuma

Selin’in Kitaplığından...-3

Bu hafta TÜBİTAK’ın Erken Çocukluk Kitaplığı Serisi’nden bir kitabı tanıtacağım. Çizimlerini Mat Russell’ın yaptığı Anna Milbourne’un kitabı, GÖLDE. Göldeki yaşamla başlayıp küçük bir yumurtacığın nasıl kurbağaya dönüştüğünü anlatan sevimli, capcanlı renkli, harika bir kitap. Bazen Selin’le kitabın bazı sayfalarında konuya uygun olarak kurbağa yürüyüşü pardon sıçrayışı yapıyoruz:) Selin çok eğleniyor. Kitabın üzerinde 3-6 yaş yazıyor ama Selin hem kitabı sonuna kadar dinlemeyi hem de tek başına kaldığında sayfalarını çevirip seyretmeyi çok seviyor. Arada bir kitabı oyuncaklarına okuyormuş gibi yapıyor. Aynı benim vurgularım ve tonlamalarımla ama tabii kendi dilinde:)

18 Şubat 2010 Perşembe

Bir Teşekkür Yazısı

Yazılarıma yorum bırakanlara epey bir zamandır şöyle layığınca cevap yazamadığımı farkındayım. Üzerinden belli bir süre geçtikten sonra dönüp yazmanın çok da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Bu yüzden bu yazımda, şimdiye dek yazdıklarıma yorumlarıyla katkıda bulunan, hastalandığımızda içtenlikle geçmiş olsun dileklerini, kutlamalarımızda samimi tebriklerini gönderen, başa çıkamadığım durumlarda tecrübelerini aktarıp içimi rahatlatan, şaşırdığım hallerde bildiklerini, önerilerini paylaşan, kısa zamanda kaynaştığım ve artık yakın arkadaşım olanların yanı sıra, ses tonunu, jest ve mimiklerini hiç bilmediğim ama iyi niyet ve samimiyetlerinden bir an bile zerre kadar şüphe etmediğim tüm blog arkadaşlarıma bir demet çiğdem çiçeği göndererek teşekkür etmek istedim. Sağolun...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Hastaydık...

Doğum günü partisinden 2-3 gün sonra başladı Selin’in burun ve göz akıntısı. Bir kaç gün sonra tam “durdu, oh!” derken bu sefer öksürük başladı. Öyle böyle değildi gerçekten, yemek sonrası öksürüklerinde yine bir kaç kez kustu. Kasım ayı gibi geçirdiğimiz larenjitten sonra her öksürüğünü enine boyuna inceler oldum. Bu sefer de acaba mı yine mi derken, tabii hemen deniz kadayıfına başvurdum. Bu sefer nuh dedi peygamber demedi ve bir kaç kaşıktan fazla yemedi. Sütlaca karıştırdığım halde yemedi. Bir kaç gün daha azalarak devam etti öksürük. Geçen Çarşamba doktorumuzun 2. yaş kontrolleri için istediği kan tahlilini yaptırmak üzere ODTÜ Sağlık Merkezi’ne gitmişken bir görünelim doktora, ne diyecek bakalım dedik. En büyük korkum gene larenjit gibi bir şey demesiydi ama değilmiş. Hatta “hiç bir şeyi yok. Burun tıkanıklığı dolayısıyla geniz akıntısı devam ediyor, bu öksürüğü de o akıntı yapıyor, tuzlu su sıkın burnuna” dedi. Biz de güle oynaya eve döndük.
Ertesi gün gece yatmadan önce tam Selin’in üzerini örtmeye odasına giderken ağladığını duyduk. Elimi şöyle biraz sıvazlamak üzere sırtına koymuştum ki, yanıyor bu çocuk diyerek kaptığımız gibi duşun altına soktuk. Ateşi 39,5’tu. Hemen ateş düşürücü bir şurup verip duşun altında 38’e inene kadar bekledik. Sonra da aramıza alıp yatırdık. Yarım saatte bir ateşini ölçüp sürekli nefesini dinlediğimden uyku bana haram oldu. Sabaha karşı biraz sızmışım. Saat 09.30 civarı gülen yüzüyle uyandı meleğim ama sanki gözleri bulutlanmış, mahsun mahsun bakıyor gibiydi. Tekrar ölçtüm ateşini ve yine 39.5. Tabii yine şurup verip duşa soktuk. Ateşini düşürüp giydirip hemen doktora götürdük. Doktor önce gripten şüphelendi ama sıkı bir muayeneden ve idrar tahlilinden sonra anlaşıldı ki önemli bir şeyi yok. Belli aralıklarla şurup vermeye devam ettik. Ateşi bir daha yükselmedi ve evin içinde zıp zıp Ayşe misali oradan oraya koşturup durdu. Ama ben hem diğer çocuklara bulaştırabilir (arada bir olsa da öksürüğü devam ediyordu) hem de tam iyileşmeden bir şeyler kapabilir diye hafiften endişelenerek, maalesef Zeynep’le Mira’nın ve Arda Demir’in doğum günü kutlamalarına götüremedim Meleğimi.

Bu arada bir tek Meleğim değil ki Teoman da hasta, ben de günlerdir kronik faranjit ve ağzımda sayılamaz denli çok aftla mücadele ediyorum. Yine değil bir şey yemek, su içemez oldum. 5-6 gün içinde 2 kilo verdim. Evet duyuyor gibiyim, ne iyi işte koru bunu diyeceksiniz ama öyle olmuyor. Vücut daha da halsiz kalıyor yemeyince. Bir de biriciğiniz ateşlenince hepten kendinizi unutuyorsunuz. Ayrıca daha önce aynı sebepten verdiğim kiloları maalesef çok hızlı bir şekilde geri almıştım.
Cumartesi sabah ateş düşürücüyü tedbir olsun diye verdik ve bugün şu saate kadar bir daha ihtiyaç olmadı. Arada sırada öksürüyor ama sanki bir şey yerken takılmış, gıcık yapmış gibi. Gece yatmadan önce odasında yarım saat süreyle soğuk buhar makinesini çalıştırıyorum. Biraz önce de deniz kadayıfını belki yer diye keçi boynuzu tozu ekleyerek sanki çikolatalı pudingmiş gibi yaptım. Uyandığında yiyecek mi bakalım.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails