22 Haziran 2009 Pazartesi

Birikenler

Haftalardır biriken bir sürü fotoğraf ve konu var. Bu yüzden kısa kısa yazılarla ve bol fotoğrafla arayı kapatmayı planlıyorum. İlk olarak taa haziran ayı başında ODTÜ’de Yiğit ve Görkem’le buluşmamızla başlıyorum. Bir kere çok güzel bir gündü. Hava çok aşırı sıcak değildi, hafta içi olduğundan ODTÜ’de kalabalık yoktu ve bebişlerimiz artık birbirlerini tanıdıkları için gayet uyumlu bir şekilde vakit geçirdiler. Biz de Görkem’le yoğun iş hayatının ardından evde çocuk bakan anneliğe geçişimizin yarattığı ruhi daralmalar üzerine kısa da olsa bir iç dökme seansı yaptık. Bana çook iyi geldi. Bebişlerimizin yürümek için delirmeleri ama bir taraftan da ellerimizi bırakmayı reddetmeleri bize de epey bir yürüyüş yaptırdı. Uzun sözün kısası vakit nasıl geçti anlamadık.Bu buluşmanın iki gün sonrasında yine ODTÜ’de akşam üzeri, bu sefer Haziran ayının Happy Hour’u vardı. Epeydir göremediğim arkadaşlarımızı görmek ve bebek/çocuk yetiştirmenin dışında bir şeyler konuşabilmek çok iyi oluyor. Meleğim yine masalar arasında dolaştı durdu. Hatta Kimya Mühendisliğinden bir grup hoca, bölümleri için geleceğe yatırım yaptıklarını iddia ederek:) Selin’i kucaklarından indirmediler. Eline bir parça havuç verilince dünyayı unutan kızım, kendisi hakkındaki bu planlarla hiiiç ilgilenmedi tabii:)

17 Haziran 2009 Çarşamba

Beypazarı Gezisi

Nihayet bir kaç gün önce bilgisayarım geldi. Biraz hasret giderip takip ettiğim blogları uzuuun uzun gezdim, bazılarına yorum bıraktım. Sıra artık şu meşhur Beypazarı gezisini yazmaya geldi.19 Mayıs Salı günü sabah erkenden şehrin iki ucunda oturanlar olarak buluşup yola çıktık. Banu, Cenk, Mira üçlüsüne Banu’nun kardeşi Baha ve eşi Özge eşlik ediyorlardı. İlçenin girişinde çok hoş bir bahçenin İnözü çayının hemen yanına kurulmuş yüksek çardaklarından birinde kahvaltı ettik. Aslında brunch demek daha doğru olur herhalde çünkü oradan ayrıldığımızda saat 1’i geçiyordu. Önce biraz dolaşıp etrafı tanıdı bebişler. Daha önce yazdığım şu yazıdaki fotoğraflar bu sırada çekilmişti. Selin’le Mira’nın oyunları, Selin’in Cenk’in kucağından inmeyerek hem oynamaya hem de bir şeyler yemeye çalışması film gibiydi. Biz de ODTÜ’ydü, turizm sektörüydü, Amerika’ydı derken koyu bir sohbete daldık. Zar zor oradan ayrılıp Beypazarı’na girdik ve kısa bir süre park yeri aradık. Arabaları tuhaf bir kapalı otoparka bırakıp, güneş kremlerimizi de sürüp yola koyulduk.Beypazarı, Ankara’nın kuzeyinde, yaklaşık 100 km. uzaklıkta bir ilçe. Meşhur Alattin Sokak’ta sağlı sollu dükkanlara uğrayarak İmaret Meydanı’na geldik. Hedefimiz Yaşayan Müze Abbaszade Konağı’nı ziyaret etmekti. Yollar dar ve arnavut kaldırımı olduğundan pusetlerle dolaşmakta biraz zorlandık. Aradık aradık, Yaşayan Müze’yi bulamadık daha doğrusu aşırı sıcaktan bebişlerin çok bunaldığını görünce vazgeçtik ve yolumuza çıkan ilk müze konağa girdik. 1997 yılından itibaren Beypazarı Tarih ve Kültür Müzesi olarak kullanılan 150 yıllık konağı, kızlarla gezmek zor olur, zaten gördüklerinden bir şey anlayacak yaşta değiller diye sırayla gezmeye karar verdik. Önce babalar gezdi. Biz de bu arada bahçede, kızların elimizden düşürmediğimiz ve hızla tükettiğimiz küçük plastik su şişeleriyle oynamalarını seyrettik.Hava çok ama çok sıcaktı. Konak, Orta Anadolu’da görülebilecek bir çok tarihi konaktan biriydi ama perdeler, kıyafetler, tencereler, döşemeler ve bilumum dekoratif öge orijinaldi. Ben bilhassa, her odada bulunan, dolap içi banyoları çok enteresan buldum. Banu’yla perdeleri de pek beğendik. Konağın çıkışında karşıya üzerinde ağaçlar, kuşlar filan olan bir pano koymuşlar. Kızlara oradan kafalarını uzattırdık ve ortaya aşağıdaki şahane fotoğraf çıktı.Öğle yemeğini Tarihi Taş Mektep’te yedik. Gayet dik bir merdivenden çıkıp geniş bir terasa geldik. Geniş yuvarlak masalar arasından duvar dibinde uygun bir masa bulup oturduk. Yöresel mutfağın en meşhur örneklerinden Beypazarı güveci, yaprak dolması, baklava yedik. Yediklerimiz lezzetli ve fiyatlar gayet makuldü. Kızım ilk defa suratını ekşiterek ama diğer yandan tadına bayılarak limon yedi. Şaşkınlığımdan fotoğraf çekmeyi düşünemedim. Mira’cığımın da yemek üstüne tatlı niyetine meme emmek istediğini, annesinin kucağındayken çaktırmadan elini sokup yoklama çekerek ve muzur muzur gülerek ifade edişi hepimizi güldürdü. Bu yemeğin üstüne esaslı bir kahve içilir deyip sokak arasında bir kahveye oturduk. Selin kahvenin tadına bakmaya ve telvenin ne olduğunu anlamaya çalışırken Miracığım yan masalarda oturanlarla tanışıyordu. Meleğim fincanımın dibinde kalan kahveyi en sonunda masaya dökünce (şimdi yazarken fark ettim, yine kahve!) eline verdiğimiz ıslak mendille temizliğe girişti.Oradan ayrılıp ara sokaklardan yürüdük, arada durup evimizin balkonu için çok ucuza bir kilim aldık. Tekrar Alattin Sokağa çıkınca dönüşte alırız diye gözümüze kestirdiklerimizi de (elbette yiyecek şeylerden bahsediyorum) aldık.
Yörenin en önemli ürünü maden suyu ve havuç. Bir de hakikaten aylarca bozulmadan kalan meşhur Beypazarı kurusu var ki mutlaka almak lazım. Hemen her tezgahta tarhana, erişte, erik pestili, kuru domates gibi ev yapımı ürünleri görmek mümkün. Ben başladım mı bitirmeden duramadığım cevizli sucuklardan da almadan edemedim tabii. Ev yapımı erişte de aldıklarımız arasındaydı . Evde pişirince biraz kalın geldi bana ama...
Son durağımız Gümüşçülerdi. Hani hemen her kadın kuyumcuların vitrinlerini uzun uzun inceler ve kenara koyduğu her kuruşla altın takı almak ister ya, ben bu kuralı bozan istisnalardanım. Hiç bir kuyumcuya bakmadığım gibi altın takmaktan da hiç hoşlanmam ama bir gümüşçü gördüm mü vitrini incelemeden ve hatta içeri girmeden duramam. Bu yüzden benim için çok tehlikeli yerlerdir gümüşçüler. Çok büyük bir mağaza olan Saray Gümüş’e girdik ve yine aynı şey oldu tabii. “Yok ben bir şey almayacağım, şöyle bir bakayım sadece” derken, önce küpeyle başlayıp ardından aynı modelin yüzüğü ve son olarak kolyesiyle takımı tamamlayıp kasaya yöneldim. Kocaman dükkanın içinde kasada ödeme yaparken beni göremediği için endişelenen Meleğimin, ağlamaklı bir sesle “annneee” diye seslenişini ve ben dönüp “buradayım Meleğim” deyince yüzünde beliren sevinç ifadesini, bu gümüşleri her taktığımda gülerek hatırlıyorum.
Dönmeden önce son durağımız adını şimdi hatırlayamadığım yine dere kenarında bahçeli bir yerdi. İçinde bir kaç küçük dükkan da var. Bir dahaki gelişimizde burada da durmaya karar verdik. Biz hanımlar dükkanlardan birinde loş ışık altında iğne oyalarından yapılmış takıları beğenmekle meşgulken Selin arabada uyuyor, Miracığım da dışarıda keçilerle muhabbet ediyordu. Biz dükkandan çıkınca öğrendik ki keçiler işi ilerletmiş ve sevgilerini Miracığımı yalarak göstermişler.
Dönüş yolunda uzun bir süre uyuduktan sonra, Ankara’ya çok az kalmışken Meleğim kriz geçirir gibi ağlamaya başladı. Çok sıkıldığına ve yorulduğuna hükmettik hatta eşim “keşke ben arkada yanında otursaydım” dedi ama bu Meleğimi susturmaya yaramadı tabii. Uzun süre durabileceğimiz benzinci var mı diye bakındık. En sonunda Anadolu Bulvarı üzerindeki ilk benzincide durup önce biraz su içirip sonra da meyve püresi yedirdik. Bebeğim çoook acıkmış meğerse.
Araba kullanırken durmaksızın ağlayan bir bebekle yola devam etmek zorunda olmak insanın sinir katsayısını aniden tavana vurduruyor. Eve vardığımızda araba kullanmaktan değil de bebeğimin ağlamasından yorulduğumu fark ettim. Sonuçta bu durumdan kendimize ders çıkarıp, bir daha yola çıktığımızda eğer bir saatten uzak bir yere gidiyorsak eşimin arkada oturması gerektiğini aklımızın bir köşesine not ettik.Beypazarı, günübirlik geziler için çok uygun bir yer. Roma döneminin önemli geçit yollarının üzerinde bulunması ve Osmanlı döneminde de tımarlı sipahi merkezlerinden biri olması sebebiyle hiç bir zaman sıradan bir Anadolu kasabası olmamış ve son dönemde epey bir çabayla turistik bir yer haline gelmiş. Turizm sektörünün para kazandırdığını görünce, dar görüşlü ahalinin bile nasıl uyum sağladığının ve az da olsa dönüştüğünün en yakın tarihli ispatı. Eski bir turizmci olarak bu tarz değişikliklerin yüzeysel olduğuna ve gerçek bir dönüşüm yaratmadığına inanıyorum. Zaten turizmden kaynaklanan her değişimin de iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Bilhassa yöresel özelliklerin kaybolmaya başladığı bölgelerde görülen “ turistler böyle istiyor n’apalım” zihniyeti beni bilfiil bu işi yaparken de çok rahatsız ederdi hala da ediyor. Beypazarı şimdilik daha ziyade yerli turistlerin gittiği bir yer olduğundan özelliklerini uzun süre koruyabilirmiş gibi geliyor bana. Dilerim, zaman beni haklı çıkarır.

4 Haziran 2009 Perşembe

Yürüyorum, Yürüyorsun, YÜRÜYOR!

Cumartesi akşamının en önemli hadisesi, Meleğimi kendimden biraz uzağa koyup “hadi bebeğim, gel bana gel” dediğimde bana doğru önce 2 sonra 3 adım atmasıydı. Onca yorgunluğuna ve uykudan bayılmasına rağmen bir kaç kere daha parmağıyla “beni oraya koy” işareti yaparak “gel bana gel” yapmamı istedi, hem de çılgınlar gibi kikirdeyerek. Uykusuzluktan dengesini kaybetmeye başladığında kendi başına 7 adım atabiliyordu. Ertesi gün öğlene doğru uyanıp babasının döndüğünü görünce bir heyecanla yürüdü ki 12 adım birden attı. Son üç gündür kesintisiz 20-25 adım atabiliyor, dengesi bozulduğunda veya düştüğünde hiç bir yere tutunmadan hemen toparlanıp yürümeye devam ediyor. Gerçi çok hızla ulaşmak istediği bir şey olursa mesela oyuncak veya bir bardak su, emeklemeye geri dönüyor ama “gel tatlım, yan yana yürüyelim” dediğimde hemen ayağa kalkıp yürümeye başlıyor. Salı akşamı ilk kez biz O’na gel diye seslenmeden kendi kendine ayağa kalkıp bir elinde dişlerini kaşıdığı kalemi, salonun bir ucundan öteki ucuna yürüdü. Ayağının kırılmasıyla yaşadığı travmayı böylelikle atlattı, sanırım.
Bebeklerinin kendi kendine yürümesini isteyen arkadaşlara en önemli tavsiyem, bebişlerini mümkün olduğunca çıplak ayakla yere bastırsınlar. Çorapla parkede veya taşta kayıyorlar ve bu onların kendilerine güvenlerini kırıyor. Ayrıca tabanları güvenli bir şekilde zeminle temas ettiğinde parmak ucunda yürümekten de vazgeçiyorlar. Selin en büyük ilerlemeyi çıplak ayakla yürümeye başlayınca sağladı. Ayağının kırılması sebebiyle bir aya yakın süre sol ayağına tam basamamıştı ve bu yüzden sol ayağıyla hep parmak ucunda yürüyordu. Evet, akşamları biraz gaza maruz kaldık filan ama bence değerdi. Geçen hafta Banu’cuğum, sağolsun, Mira’nın araba şeklindeki yürütecini vermişti. Onun da çok faydasını gördük. Sağa sola yalpalamadan, öne doğru dümdüz adım atabilmeyi bu araba yürüteçle geliştirebildi. Kısacası biz ne yaparsak yapalım -ki aslında bir şey yapmadan yani zorlamadan sadece beklemek gerekiyor-bebekler kendilerini tamamen hazır hissettiklerinde yürüyorlar. Hiç kendinizi üzmeyin ve dertlenmeyin. Her biri küçük birer Homo Sapiens* olduklarına göre, günü geldiğinde yürümek gerektiğini elbet akıl edeceklerdir. Esas iş, bundan sonra başlıyor...
*Homo Sapiens (Latince) : Düşünen İnsan

3 Haziran 2009 Çarşamba

Açık Hava Buluşması

Geçtiğimiz Cumartesi günü ODTÜ’de buluştuk, bebişler ve anneleri olarak. Bloglardan, maillerden tanıdığımız annelerle ve bebekleriyle tanıştık. Geniş katılımlı çok şenlikli, çok gürültülü, çok eğlenceli ve çok yorucu bir gündü. Eve döndüğümüzde Meleğim kendini halıya bırakıverdi. Uyumasın diye önce biraz meyve yedirdim sonra da biraz oynadık. Akşam yemeğinden sonra Munise’m genelde 22.00-22.30 civarı yatıp 23.00 gibi uyumuş olur. O gece 21.30’a kadar dayanamadı ve hemen kolları iki yana açık mutlu bebek pozisyonunda uyudu.
Fotoğrafları bilgisayara yüklerken günü kelimeler yerine fotoğraflarla anlatmak daha iyi olacak gibi geldi bana. Bilhassa aşağıdaki Selin-Arda fotoğraflarında muhabbet konusu araba, klakson, direksiyon üçgeninde dönüyor gibi görünüyor ama...

31 Mayıs 2009 Pazar

Kahvem, Bilgisayarım ve Munise’m!

Yine aynı şey oldu. Ben yazana kadar hooop! günler geçiverdi. Aslında bugün, çok şenlikli geçen dünkü ODTÜ Açıkhava buluşmasını yazacaktım ama bir baktım, Meraklı Miniğin Mutfak Maceraları bir kenarda sıralarını bekliyor. 19 Mayıs’ta Banu'larla Beypazarı’na yaptığımız gezinin fotoğrafları, buradayız! buradayız! der gibi gözüme batıp duruyor. Gezinin üzerinden ha bugün ha yarın derken, on iki gün geçmiş... Ama bu sefer ki gecikme ne benim vakitsizliğimden, ne tembelliğimden ne de kızımın post it hallerinden. Tamamen bilgisayar kaynaklı teknik bir gecikme bu.
Sebep? Kaza geliyorum demez, adım adım anlatıyorum. Arkadaşlar, aman Selin ne kadar da uzamış diyordunuz ya hani, boyla beraber kolları da uzamış, hem de bayağı uzamış:) Yaklaşık bir hafta önce bir akşam ben tam kahvemi almış ve bilgisayarın başına oturmuşken Munise’m ‘illa ben de yazıcam’ diyerek kucağıma çıktı, ‘illa ben de içicem’ diyerek kolunu uzatıp, kendimce kolu oraya yetişemez diyerek uzağa koyduğum kahve kupasını kaldırdığı gibi dibinde kalanı içmeye çalıştı ve sonuçta kahveyi klavyenin üzerine bir andan daha kısa bir sürede boca etti.
Sonuç; klavyenin önce sol tarafındaki harfler ve sonra da diğer tuşlar çalışmaz oldu. Ertesi gün eve geleli daha iki haftasını doldurmamış olan yepyeni laptop’ım tamire gitti. Bir haftadır endişeyle bekliyorum. Fotoğraflar zaten makinedeydi, eşimin bilgisayarına yükledim ve garantiledim ama blog için hazırladığım daha doğrusu başlayıp henüz bitiremediğim yazılarım, yemek blogum için yazdığım tariflerim, favori sitelerim, önemli raporlar, yazılar, makaleler kısacası yeniden biraraya getirilmesi bir yıldan fazla sürebilecek tüm belgelerin akıbeti ne olacak hiç bilmiyorum. Üzüntüm ve moral bozukluğum da cabası!
Ama olaya iyi tarafından bakacak olursak, artık biri bana “10 m2 içinde biraraya gelmemesi gereken üç şey say” dediğinde cevabım hazır! Kahvem, bilgisayarım ve Munise’m!:)
Hay Allah! Laf yine aldı başını gitti, bu gece geri gelmez artık. Ben en iyisi yarın yazayım Beypazarı gezisini.
Yukarıdaki fotoğraf Beypazarı’ndan. Kaşla göz arasında, fincanımın dibindeki telveyi bitirdikten sonraki hali. Sade Türk kahvesinin tadı üzerine karar vermeye çalışıyor gibi. Bu gezinin niye anlatılması gerektiğine dair fotoğraflar da aşağıda:)

21 Mayıs 2009 Perşembe

Her Bahar Olduğu Gibi...

Havalar ısınıyor.
Kışın kasvetinden,
kapalı giysilerden,
çepeçevre kuşatıldığımız vasatlıktan,
ruh sıkışmalarının doğal sonucu olan ağır suskunluk ve içe kapanmışlık hallerinden
kurtulma zamanıdır artık...
Toprağın yenilendiği, suyun coştuğu,
havanın artılarla, yüreklerin umutla dolduğu mevsim geldi.
Esaslı bir bahar temizliği yapmanın,
dolapları gereksizlerden kurtarmanın,
fazla olanları paylaşmanın,
raflarda okunmayı bekleyen kitapların gönlünü almanın,
bir türlü bitmeyen işleri ‘yapılması şart midur?’ diye sorgulamanın,
acil kavramından ne anladığımızı durup tekrar gözden geçirmenin,
hayattaki önceliklerimizi yeniden belirlemenin,
‘beni bu telaş öldürecek!’ mısraının ne derin bir anlamı olduğunu farketmenin,
aklımızda, ruhumuzda fena halde yer kaplayan her türlü yükten kurtulmanın,
başka başka yerlerde yaşanmakta olan hayatları, dünyaları anlamaya çalışmanın,
daha çok teşekkür edip, daha az özür diler hale gelmenin,
sevdiklerimize, vakit bulamadığımız ya da ‘zaten biliyordur’ diye söylemediğimiz güzel sözleri dile getirmenin,
konuşan her kim olursa olsun gözlerinin içine bakarak dikkatle dinlemenin,
ufacık detaylardaki güzellikleri keşfetmenin,
hergün büyük bir merakla ve açlıkla onlarca yeni şey öğrenen bebeklerimize bakıp 'ne şahane yaratıklarız’ diye dolduruşa gelmenin,
Bir tatlı gülüşe, bir küçücük bukleye teslim olmanın,
bu teslimiyetten doğan mutluluğu doya doya yaşamanın,
hafiflemenin ve yenilenmenin zamanıdır artık...
ÇYP
Ankara, 10 Mayıs 2009

17 Mayıs 2009 Pazar

Hayvanat Bahçesi

Dün hayvanat bahçesinin önünde kızlar ve anneleri olarak buluştuk. İçeri girer girmez kendine gölgede bir yer bulmuş sereserpe yatan bir kediyi sevdik. Oradan akvaryuma gittik. Son derece havasız, önemli bir bölümü loş ve nemli bir yer. Bebeğim içeri girer girmez kocaman balıkları görünce biraz korktu ve hemen omuzlarıma yapıştı. Bir baktım Zeynep’te Neslihan’a yapışmış durumda. Bir süre aynı pozisyonda dolaştık. Su kaplumbağalarının ve yılanların olduğu bölümde biraz rahatlar gibi oldu. Çok daha küçük balıkların olduğu küçük akvaryumlar bölümünde ise iyice rahatladı. Kucağımda tutmak yerine pusetine oturtunca kendini daha da güvende hissetti ki oradan ayrılmadan önce büyük akvaryumlardan birinin önünde gülerek poz verdi. Akvaryuma girdiğimizden itibaren büyük balıkları kahkahalarla izleyen Mira ve bütün gün “ben burayı tanıyorum” edasıyla dolaşan Ada özel olarak seyredilmelikti.
Kafeslerle ziyaretçiler arasında doğal olarak epey bir mesafe var. Hem bu mesafenin hem de güneşin etkisiyle bebişlerin hayvanları görebilmeleri biraz zor oldu. Maymunu hatırlaması için evde göbeğine basılınca çalan müziğe uygun olarak dans eden maymunun melodisini mırıldanınca hemen kafasını sallayıp tempo tutması çok komikti. Maymunları hatırlayınca da kafesleri dikkatle ve gülerek izledi. Şempanzeleri kafasını kaldırmış seyrederken, şempanzenin biri kendisine atılan bir yemişi yakalamak üzere ani bir hamle yapınca Munisem korkup suratını buruşturdu. Tam ağlayacaktı ki kuşlara doğru yolumuza devam ettik. Nedense kanatlarını açınca devasa hale gelen akbabaları filan görünce pek ürkmedi. Ben ‘şuş’ları iyi tanımasına yordum bu rahatlığı. Köpeklerin arasında en çok, etrafında yavrularıyla çevreyi şüpheli gözlerle izleyen bir anne kurt köpeği dikkatimizi çekti. Hatta Meleğim bir ara heyecanlanarak yavru köpekleri daha iyi görmek için pusetinde yine ayağa kalktı. Parkurun bizi yönlendirmesiyle develerin olduğu yere geldik ve kuzucuğum şapkasını elinde evirip çevirmeye başladı. Anladım ki artık, sıkıldı. Öğlen sıcağının fena halde bastırması üzerine, koşarcasına çıkışa yöneldik. Meğerse bebeğimin sevdiği ve çok iyi tanıdığı zürafa, zebra gibi hayvanlar ve çocuklar için oyun parkı çıkışa yakın taraftaymış. Bir dahaki sefere daha da erken gelmeye ve ters yönden başlamaya karar verdik. Öpüştük, koklaştık ve arabalara binip yola koyulduk.
Hayvanat Bahçesi'nin hali üzerine hiç bir şey yazmamayı tercih ediyorum. Üstelik dediklerine göre bu, Türkiye'nin en iyi hayvanat bahçesiymiş!!!
Bebeğim bu sefer eve girerken hiç ağlamadı, çünkü kapıyı babası açtı. Babayı görür görmez gözleri ışıldayıp hemen kucağına atlaması ve sarmaş dolaş olmaları öyle güzeldi ki...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails