17 Haziran 2009 Çarşamba

Beypazarı Gezisi

Nihayet bir kaç gün önce bilgisayarım geldi. Biraz hasret giderip takip ettiğim blogları uzuuun uzun gezdim, bazılarına yorum bıraktım. Sıra artık şu meşhur Beypazarı gezisini yazmaya geldi.19 Mayıs Salı günü sabah erkenden şehrin iki ucunda oturanlar olarak buluşup yola çıktık. Banu, Cenk, Mira üçlüsüne Banu’nun kardeşi Baha ve eşi Özge eşlik ediyorlardı. İlçenin girişinde çok hoş bir bahçenin İnözü çayının hemen yanına kurulmuş yüksek çardaklarından birinde kahvaltı ettik. Aslında brunch demek daha doğru olur herhalde çünkü oradan ayrıldığımızda saat 1’i geçiyordu. Önce biraz dolaşıp etrafı tanıdı bebişler. Daha önce yazdığım şu yazıdaki fotoğraflar bu sırada çekilmişti. Selin’le Mira’nın oyunları, Selin’in Cenk’in kucağından inmeyerek hem oynamaya hem de bir şeyler yemeye çalışması film gibiydi. Biz de ODTÜ’ydü, turizm sektörüydü, Amerika’ydı derken koyu bir sohbete daldık. Zar zor oradan ayrılıp Beypazarı’na girdik ve kısa bir süre park yeri aradık. Arabaları tuhaf bir kapalı otoparka bırakıp, güneş kremlerimizi de sürüp yola koyulduk.Beypazarı, Ankara’nın kuzeyinde, yaklaşık 100 km. uzaklıkta bir ilçe. Meşhur Alattin Sokak’ta sağlı sollu dükkanlara uğrayarak İmaret Meydanı’na geldik. Hedefimiz Yaşayan Müze Abbaszade Konağı’nı ziyaret etmekti. Yollar dar ve arnavut kaldırımı olduğundan pusetlerle dolaşmakta biraz zorlandık. Aradık aradık, Yaşayan Müze’yi bulamadık daha doğrusu aşırı sıcaktan bebişlerin çok bunaldığını görünce vazgeçtik ve yolumuza çıkan ilk müze konağa girdik. 1997 yılından itibaren Beypazarı Tarih ve Kültür Müzesi olarak kullanılan 150 yıllık konağı, kızlarla gezmek zor olur, zaten gördüklerinden bir şey anlayacak yaşta değiller diye sırayla gezmeye karar verdik. Önce babalar gezdi. Biz de bu arada bahçede, kızların elimizden düşürmediğimiz ve hızla tükettiğimiz küçük plastik su şişeleriyle oynamalarını seyrettik.Hava çok ama çok sıcaktı. Konak, Orta Anadolu’da görülebilecek bir çok tarihi konaktan biriydi ama perdeler, kıyafetler, tencereler, döşemeler ve bilumum dekoratif öge orijinaldi. Ben bilhassa, her odada bulunan, dolap içi banyoları çok enteresan buldum. Banu’yla perdeleri de pek beğendik. Konağın çıkışında karşıya üzerinde ağaçlar, kuşlar filan olan bir pano koymuşlar. Kızlara oradan kafalarını uzattırdık ve ortaya aşağıdaki şahane fotoğraf çıktı.Öğle yemeğini Tarihi Taş Mektep’te yedik. Gayet dik bir merdivenden çıkıp geniş bir terasa geldik. Geniş yuvarlak masalar arasından duvar dibinde uygun bir masa bulup oturduk. Yöresel mutfağın en meşhur örneklerinden Beypazarı güveci, yaprak dolması, baklava yedik. Yediklerimiz lezzetli ve fiyatlar gayet makuldü. Kızım ilk defa suratını ekşiterek ama diğer yandan tadına bayılarak limon yedi. Şaşkınlığımdan fotoğraf çekmeyi düşünemedim. Mira’cığımın da yemek üstüne tatlı niyetine meme emmek istediğini, annesinin kucağındayken çaktırmadan elini sokup yoklama çekerek ve muzur muzur gülerek ifade edişi hepimizi güldürdü. Bu yemeğin üstüne esaslı bir kahve içilir deyip sokak arasında bir kahveye oturduk. Selin kahvenin tadına bakmaya ve telvenin ne olduğunu anlamaya çalışırken Miracığım yan masalarda oturanlarla tanışıyordu. Meleğim fincanımın dibinde kalan kahveyi en sonunda masaya dökünce (şimdi yazarken fark ettim, yine kahve!) eline verdiğimiz ıslak mendille temizliğe girişti.Oradan ayrılıp ara sokaklardan yürüdük, arada durup evimizin balkonu için çok ucuza bir kilim aldık. Tekrar Alattin Sokağa çıkınca dönüşte alırız diye gözümüze kestirdiklerimizi de (elbette yiyecek şeylerden bahsediyorum) aldık.
Yörenin en önemli ürünü maden suyu ve havuç. Bir de hakikaten aylarca bozulmadan kalan meşhur Beypazarı kurusu var ki mutlaka almak lazım. Hemen her tezgahta tarhana, erişte, erik pestili, kuru domates gibi ev yapımı ürünleri görmek mümkün. Ben başladım mı bitirmeden duramadığım cevizli sucuklardan da almadan edemedim tabii. Ev yapımı erişte de aldıklarımız arasındaydı . Evde pişirince biraz kalın geldi bana ama...
Son durağımız Gümüşçülerdi. Hani hemen her kadın kuyumcuların vitrinlerini uzun uzun inceler ve kenara koyduğu her kuruşla altın takı almak ister ya, ben bu kuralı bozan istisnalardanım. Hiç bir kuyumcuya bakmadığım gibi altın takmaktan da hiç hoşlanmam ama bir gümüşçü gördüm mü vitrini incelemeden ve hatta içeri girmeden duramam. Bu yüzden benim için çok tehlikeli yerlerdir gümüşçüler. Çok büyük bir mağaza olan Saray Gümüş’e girdik ve yine aynı şey oldu tabii. “Yok ben bir şey almayacağım, şöyle bir bakayım sadece” derken, önce küpeyle başlayıp ardından aynı modelin yüzüğü ve son olarak kolyesiyle takımı tamamlayıp kasaya yöneldim. Kocaman dükkanın içinde kasada ödeme yaparken beni göremediği için endişelenen Meleğimin, ağlamaklı bir sesle “annneee” diye seslenişini ve ben dönüp “buradayım Meleğim” deyince yüzünde beliren sevinç ifadesini, bu gümüşleri her taktığımda gülerek hatırlıyorum.
Dönmeden önce son durağımız adını şimdi hatırlayamadığım yine dere kenarında bahçeli bir yerdi. İçinde bir kaç küçük dükkan da var. Bir dahaki gelişimizde burada da durmaya karar verdik. Biz hanımlar dükkanlardan birinde loş ışık altında iğne oyalarından yapılmış takıları beğenmekle meşgulken Selin arabada uyuyor, Miracığım da dışarıda keçilerle muhabbet ediyordu. Biz dükkandan çıkınca öğrendik ki keçiler işi ilerletmiş ve sevgilerini Miracığımı yalarak göstermişler.
Dönüş yolunda uzun bir süre uyuduktan sonra, Ankara’ya çok az kalmışken Meleğim kriz geçirir gibi ağlamaya başladı. Çok sıkıldığına ve yorulduğuna hükmettik hatta eşim “keşke ben arkada yanında otursaydım” dedi ama bu Meleğimi susturmaya yaramadı tabii. Uzun süre durabileceğimiz benzinci var mı diye bakındık. En sonunda Anadolu Bulvarı üzerindeki ilk benzincide durup önce biraz su içirip sonra da meyve püresi yedirdik. Bebeğim çoook acıkmış meğerse.
Araba kullanırken durmaksızın ağlayan bir bebekle yola devam etmek zorunda olmak insanın sinir katsayısını aniden tavana vurduruyor. Eve vardığımızda araba kullanmaktan değil de bebeğimin ağlamasından yorulduğumu fark ettim. Sonuçta bu durumdan kendimize ders çıkarıp, bir daha yola çıktığımızda eğer bir saatten uzak bir yere gidiyorsak eşimin arkada oturması gerektiğini aklımızın bir köşesine not ettik.Beypazarı, günübirlik geziler için çok uygun bir yer. Roma döneminin önemli geçit yollarının üzerinde bulunması ve Osmanlı döneminde de tımarlı sipahi merkezlerinden biri olması sebebiyle hiç bir zaman sıradan bir Anadolu kasabası olmamış ve son dönemde epey bir çabayla turistik bir yer haline gelmiş. Turizm sektörünün para kazandırdığını görünce, dar görüşlü ahalinin bile nasıl uyum sağladığının ve az da olsa dönüştüğünün en yakın tarihli ispatı. Eski bir turizmci olarak bu tarz değişikliklerin yüzeysel olduğuna ve gerçek bir dönüşüm yaratmadığına inanıyorum. Zaten turizmden kaynaklanan her değişimin de iyi olduğunu söylemek mümkün değil. Bilhassa yöresel özelliklerin kaybolmaya başladığı bölgelerde görülen “ turistler böyle istiyor n’apalım” zihniyeti beni bilfiil bu işi yaparken de çok rahatsız ederdi hala da ediyor. Beypazarı şimdilik daha ziyade yerli turistlerin gittiği bir yer olduğundan özelliklerini uzun süre koruyabilirmiş gibi geliyor bana. Dilerim, zaman beni haklı çıkarır.

2 yorum:

  1. çok güzel bir gezi olmuş.. gidilen yerleri not ettim defterime..

    YanıtlaSil
  2. Çiğdemcim... çok güzel bir gündü. tekrarlamak lazım :)

    YanıtlaSil

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails