10 Mayıs 2009 Pazar

Ankara'ya Bahar Geliyor, Yine Parktayız!

Hava çook pırıl pırıl güneşli olmadığı zamanlarda oturduğumuz sitenin çocuk parklarından hemen evin yanındakine gidiveriyoruz. Kısa süreli de olsa nefes alalım, biraz etrafa bakıp börtü böcek görelim, varsa çiçek koklayalım diye. Eve girince kıyamet kopuyor tabii ama o ayrı bir bahis konusu.
Geçen hafta içinde yine böyle bir havada parka gittik ama bu sefer fotoğraf makinesini yanımıza aldık. Eve dönüp fotoğrafları bilgisayara aktarınca, aynı parkta daha önce -sanırım 2008’in Kasım ayıydı- çektiğim ve bloga koyduğum fotoğraflarına bakıp, ‘ne kadar büyümüş meleğim’ deyip durdum kendi kendime. Önceleri bir çiçek veya bir ot gördüğünde büyülenmiş gibi dakikalarca seyrediyorken şimdilerde önce bize gösterip sonra acaba bu yenir mi diye denemeler yapıyor. Bunun burada ne işi var der gibi, fotoğraf makinesinin kabını evire çevire inceliyor.
Zaman ne çabuk geçiyor...

3 Mayıs 2009 Pazar

Mira’nın Bahçesi’ndeydik!

Sanal değil, gerçek olanında. Banu sağolsun, hava güzel olur, bebişlerde oynarlar diye evlerinin bahçesine davet etti bizleri. Eve varıp üç beş sohbet ettikten sonra bir anda Mira’nın Montessori’ye çok uygun biçimde döşenmiş şirin odasında bulduk kendimizi. Biz bebişlerimizin odaları ve düzenlenmesi üzerine fikir alışverişi yaparken onlar onca oyuncağın içinden 3-5 taneyi paylaşamadılar. Neyse ki hiçbiri tutturan, inat edip illa diyen çocuklar değiller. İkna etmek, dikkatlerini başka bir oyuncağa çekmek çok zor olmuyor. Umur o yumuşacık sesiyle bebişlere seslendikçe, çok iyi bir oyun arkadaşı bulduklarını düşünüp hemen etrafında toplandılar.
Banu baktı ki odada çok vakit geçireceğe benziyoruz, bahçe de orada bizi bekliyor, hazır güneş hala varken dışarı çıkalım, dedi. Zamanlaması çok iyiydi gerçekten. Önce 10-15 dakika kadar hafif bir rüzgar ve bulutlu bir güneş vardı. Boncuğum Mira, kafasında çilek beresi ve her zamanki şirinliğiyle burası benim bahçem edasıyla koşarcasına dolaştı, durdu. Mavişim Zeynep, gülen gözleri ve pembe hırkasıyla bir elinde kitabı bir elinde poğaçası, hafiften Neslihan’a yapışık dolaştı. Beyazlar içindeki su damlam Ada, sağlam adımlarla her bir çiçeğe bakarak, elindeki pırasalı karmacayı düşürmeden yiyerek ve elbette daimi gülerek gezdi bahçeyi. Meleğim hala yürüyemediği için bahçenin yumuşak toprağından rahatsız oldu biraz. Düşerim korkusuyla azıcık suratını astı, sonra ellerinden tutup yürümeye başlayınca toprağa da alıştı ve rahatladı. Sonra bir ses duyduk içeriden. Bir baktık Cıvam Çınar ve annesi Sermin gelmiş. Aman efendim, Çınar acayip büyümüş (en son doğum günü partisinde görmüştüm), annesini tek eliyle tutarak adımlar atıyor ve elbette yanakları her zaman ki gibi ısırmalık.
Ardından maalesef aniden hava değişti, rüzgar kuvvetlenmeye ve hava kararmaya başladı. Hemen içeriye kaçtık tabii. Tam o sırada da Ağır Abi’miz Yiğit ve annesi Görkem geldi. Bir baktık masanın üstü poğaçalar, çörekler, ballı kurabiyelerle dolu, üstelik çay da hazır. Biz de bebekler kucağımızda masanın çevresine oturduk. Bütün bebişlerin ben yiyiceem! isteği zincirleme reaksiyon halinde masanın etrafını dolaşınca yerler, masanın üstü, kısacası her taraf kırıntıyla doldu. Ama kendi kendilerine yerken duydukları zevki seyretmek her şeye değerdi.
Bir süre sonra sarı şekerim Arda ve annesi Burcu da geldiler. Sermin’in çocuklara Mira’nın renkli sularla dolu küçük plastik şişeleriyle bowling oynatma fikri, Meleğimin her defasında halıya dizilmiş şişeleri alıp alıp sallamasıyla yerle yeksan oldu. Bebişlerin yavaş yavaş uykuları da gelince, biz şehrin öteki ucunda oturanlar olarak azıcık erken kalkalım dedik. Önümüzdeki haftaya dair açık hava buluşması planları yapıp, vedalaşıp ayrıldık.
Baktım saat müsait, Real’den alışverişimi de yapayım bari dedim ve yaptım da. Ama felaket beni eve dönüş yolunda bekliyormuş. Tam Bilkent Köprüsü’nden dönerken vites küçültüyordum ki vites kolu elimde kaldı. Şaka değil, gerçekten. Ben böyle durumlarda aniden soğukkanlı olabilen hatta buzkesenlerdenim. Derhal olayın dışına çıkarım ve telaşlanmadan ne yapmam gerektiğini düşünürüm. Nihayetinde dağ başında değil, şehrin ortasında bir yerdeyim. Hemen dörtlüleri yakıp, hızımı düşürdüm ve sağa çektim. Sonrası klasik yolda kalma hikayelerinden. Sigortaya, Teoman’a ve ustaya telefonlar filan. Kulağım telefona yapıştı biraz ama neyse... Eşim taksiyle geldi, Meleğimle o taksiye transfer olduk ve eve döndük. O da çekiciyle oto sanayideki ustamıza gidip arabayı teslim etti ve geldi. Munise’m gün içinde biraz cazgırlık etse de bütün bu süre boyunca O’na niye Munise adını taktığımı bana yeniden hatırlattı. Arabanın içinde beklerken, sakin sakin etrafı seyredip bana gününün nasıl geçtiğini –elbette kendi dilinde- anlattı da anlattı. Bir kez daha kızımın iyi bir arkadaş olacağına dair öngörülerim kuvvetlendi. Ne bir şikayet, ne bir mızıldama... hayır, yok. Sadece sanki konuyu değiştirmek ister gibi tatlı tatlı ama neredeyse susmamacasına konuştu.
Eve girince ne mi oldu? Elbette aynı şey. Ağlamaklı bir sesle itiraz itiraz itiraz...Çaresi, bir bardak meyve suyu...

1 Mayıs 2009 Cuma

Bugün 1 Mayıs 2009!

Hiç tanımadıklarıyla bile kalpten gelen paylaşımlarda bulunan, çoğu zaman bakışlarla, küçük bir gülümsemeyle birbirlerine güç veren annelerin ve dünyanın en paha biçilemez emeğini verip yetiştirmeye çalıştıkları, geleceğin, hakkına sahip çıkan, başkalarının haklarına saygılı, çalışkan, paylaşımcı ve vicdanlı çocuklarının 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Bayramı kutlu olsun.

28 Nisan 2009 Salı

Uzuun Bir Aradan Sonra...

Bu sene, Ankara’ya geleli 3 yıl oldu. Önceki iki yıl evde başbaşa küçük birer kutlama yapmıştık ama maalesef bu sene böyle bir fırsatımız olmadı. Zaman ne çabuk geçiyor diye düşünürken hala görüşemediğim arkadaşlarım aklıma geldi. Bu arkadaşlarımdan biri de bizden kısa bir zaman sonra Ankara’ya taşınan ve Selin doğduğu zaman ziyarete geldiklerinde kısacık görüşüp, sonrasında sadece telefonla haberleşebildiğim sevgili Gülüş’tü. Dün nihayet, bunca zamandan sonra şeytanın bacağını kırdık ve Gülüş’le dünyalar tatlısı oğlu Barış’ı ziyarete gittik, kızımla. Daha kapıdan çıkmamıştık ki fena halde yağmur yağmaya başladı. Ben bardaktan boşanırcasına yağan havalarda araba kullanırken -hele şimdi bebiş de var- acayip tedirgin oluyorum. Bir de ilk defa gidiyorum evine. Neyse, Gülüş evini öyle iyi tarif etmiş ki kolaylıkla buluverdim. Bizi kapıda karşıladılar ve Barış’ın ilk sorusu cep telefonuna bakabilir miyim oldu. Telefonun hiç bir yeriyle değil sadece müzik seçenekleriyle ilgileniyor. Müzikolog, akademisyen bir babayla avant-garde müzik yapan müzisyen bir anneden başka nasıl bir çocuk çıkabilirdi ki zaten?
Barış 4 yaşında bir küçük adam. Tüm sevimliliğiyle hem cep telefonuyla hem de Selin’le oynadı. Hatta bir ara Selin’i odasına götürüp odanın ortasındaki çadırda çılgınca bağırıp çağırdılar. Selin de hayranlıkla ve her daim gülerek Barış’ı takip etti. Annesinin ‘Selin küçük oyuncaklarla oynamak isterse dikkat et’ uyarısına ‘tamam’ deyişi iyi bir abi olacağının ilk işaretleriydi. Bir ara annesi ‘Sen Selin’le içeride, odanda oyna’ deyince ‘Siz de burada mı oynayacaksınız?’ diye soruşu epey güldürdü bizi.
Gülüş çok iyi bir şey yapıp ikinci bebeğine hamile olduğunu öğrendiğinden itibaren ayrı bir blog açmış ve her şeyi oraya yazmaya başlamış. Benim çok hoşuma gitti çünkü genellikle ikinci bebekler için ayrı bir blog açmak yerine var olana bir şeyler yazıyor anneler. Halbuki anne aynı anne olsa da her hamilelik ve her bebek farklı. Ben şahsen merakla okuyorum Gülüş’ün bloglarını.
Meleğime gelince, çadırın içine girip çıkıp, çığlıklar ve ardından kahkahalar atarak bazen kendi kendine bazen Barış’la oynadı. Ter içinde pıtır pıtır emekleyerek yanımıza gelip kendi muzlu sütünü bitirdiği yetmiyormuş gibi, Barış’ınkini de neredeyse bir nefeste içti. Gülüş Barış’ın topları üfürten oyuncağını ortaya çıkarınca durum tamamen değişti ve toplarla oynarken ve oyuncağın nasıl çalıştığını keşfetmeye çalışırken kendinden geçti. Öyle ki eve gidelim mi diye sorduğumda önce hararetle kafasını salladı, tam üstünü giydirirken hadisenin ayırdına vardı ve mızıldamaya başladı. Elbette arabaya bindikten 10 dakika sonra yağmurun da etkisiyle etrafa baygın baygın bakarken uyuya kaldı.
Son günlerde eve her girişimiz olay oluyor. Bir itiraz, bir şikayet, ağlamalar, sızlanmalar...Her defasında itirazın ve ağlamaların şiddeti artıyor. Bu sefer de aynı şey oldu. Umarım bunu alışkanlık haline getirmez.

26 Nisan 2009 Pazar

Artık Hava Güzel, Nihayet Sokaktayız!

Cumartesi günü oyun grubumuzun Ağır Abi’si Yiğit ve annesi Görkem’le Ankuva’da buluştuk. Hava çok güzel hatta sıcaktı. Selin ve Yiğit birbirlerini görür görmez tanıdılar ve hemen birbirlerine ellerini uzattılar. Tamam, bizim kız gördüğü her bebeğe ya da çocuğa elini uzatıyor ama Yiğit’i tanıdığı çok belliydi çünkü kocamaaan gülücüklerle, mutlu olduğu zaman çıkardığı ‘hııı, hııı’ sesiyle, dönüp bana ‘şışt’ yani ‘işte’ diyerek Yiğit’i işaret ediyordu. Yiğit’te büyümüş, saçlar kısacık erkek traşı olmuş, yüzünde çapkın Clark Gable gülüşüyle yine çok tatlıydı. Pusetlerinde karşılıklı oturup birbirlerine güldüler, kendilerince sohbet ettiler, arada bir de etrafı incelediler. Güzel güzel bizim yediklerimizden yediler. Sonra biraz yürüdük. Başka bebekler ve anneleriyle karşılaşıp ayaküstü ‘kaç aylık?’, ‘yürüyor, yürümüyor, şöyle adım atıyor, böyle sıralıyor’ muhabbeti yaptık. O kadar usluydular ki kahve bile içebildik. Bebişler ayrılırken her ikisi de uykuları geldiğinden olsa gerek biraz mızıldadılar. Biz de biraz sohbet edip kafa dağıtmış olmanın rahatlığıyla hafta içi tekrar edelim bu buluşmaları dedik.
Sonrasında Selin’le mutfak alışverişimizi yapmak üzere markete girdik. Tam ‘Meleğim, bak! Çok sevdiğin domatesler!’ diye seslenmeye hazırlanırken gözlerinin kapanmak üzere olduğunu farkettim. Tüm o market gürültüsüne rağmen alışveriş boyunca mışıl mışıl uyudu. Ben de Selin’le olmama rağmen en kısa süreli alışverişimi yaptım. Genellikle marketlerde gördüğü her meyve ve sebzeyi ellemek ve incelemek istediğinden normalde yarım saatte bitecek bir alışverişi ancak 1,5-2 saatte bitirebiliyoruz.
Elbette her akşam olduğu gibi Cumartesi akşamı da yatağa yatar yatmaz bütün gün neler olduysa, neler gördüyse hepsini kendi dilinde anlatmaya başlamıştı ki, sanırım açık havanın da etkisiyle bir iki esnedikten sonra daha fazla uzatamayıp uykuya daldı.

16 Nisan 2009 Perşembe

Nehir, nehirler gibi aksın, karışsın hayata! En kısa zamanda!

Biraz önce Meleğimi öğlen uykusuna yatırıp bilgisayarın başına geçtim. Takip ettiğim blogları gezecek, bazılarına yorum yazacaktım. İlk olarak Yiğit’in Günlüğü’nde gördüm, ardından Mira’nın Bahçesi’nde, son olarak ta Pratik Anne’nin sayfasında. Okumaya başladığımda boğazımda bir şeyler düğümlenmedi benim. Elbette derinden etkilendim çok ama çok üzüldüm ama aynı zamanda büyülendim.
Çünkü Nehir’in öyküsü sadece küçücük bir kız çocuğunun kendinden bile büyük, müthiş direncini değil yanısıra tüm sevgileri ve ilgileriyle birbirlerine kenetlenmiş bir ailenin sapasağlam ve dimdik duruşunu da anlatıyor.
Bazılarının yakından bildiği, bazılarının tahayyül bile edemediği, çoğu zaman uzun ama hep zorlu bir mücadele bu.
Kale gibi olmak, gülmeyi ve güldürmeyi unutmamak, her zaman umutla bakmak lazım. Yılmadan, bir an bile ruhen yorulmadan ve asla vazgeçmeyerek inanmaktan...
Bayazıt Ailesi’nin insanı hayran bırakan direnç ve azimlerine dualarınız ve pozitif düşüncelerinizle destek verebilir ve/veya destek kampanyalarına katılabilirsiniz.

Amerika'da yaşayan Türklerin düzenlediği kampanya

Sabancı Üniversitesi tarafından düzenlenen kampanya

14 Nisan 2009 Salı

Dişe Dokunur Tecrübeler!

Yine uzun zaman oldu, yazamadım. Halbuki İstanbul’dan yazmak istediğim çok şey vardı. Ama olmadı, olamadı. İstanbul’a vardıktan kısa bir süre sonra Selin’le bir nevi yeni uzvum olarak birlikte dolaştık, çünkü kızım bana yapıştı. Munise’den sonra yeni kod adı olarak ‘post it’i kullanmaya başladım. Bir kaç haftadır süren yeni durumumuza çok uygun olduğunu düşünüyorum. Gidebildiğimiz yerler hep küçük çocuklara yönelik ve fazla uzak olmayan yerler oldu. Bu durumda, dünyanın neresine gidersem gideyim hep özlediğim aziz şehrimi, şöyle kısacık ta olsa tek başıma gezemedim. En büyük lüksüm dönmeden önceki son gün Üsküdar-Beşiktaş arasında motorla gidip gelmekti. Arkadaşlarımla da görüşemedim tabii. Kısacası ben bu İstanbul ziyaretinden hiçbir şey anlamadım. Artık bir dahaki sefere…
Neyse ki Meleğimin bütün bu sancıların ve sızlanmaların sonucunda geçtiğimiz iki hafta boyunca 9.,10., 11.ve son olarak dün 12. dişi de çıktı. Ben de bu duruma uygun olarak bugünkü yazıyı dişlere ayırdım. Zaten uzun zamandır dişler hakkında bir şeyler yazmayı düşünüyordum. Geçen gün (?) yani aslında yaklaşık 3 ay önce Banu, oyun grubunun en çok dişi olan ve dişleri en erken çıkan bebeğinin annesi olarak yazsan ne iyi olur deyince daha fazla uzatmadan:) yazıvereyim, dedim. Bazen böyle birilerinin arkadan ittirmesi gerekiyor. Yoksa, ben aklımdakileri yazana kadar...
Munise’min ilk dişleri bir bebek için erken sayılan bir zamanda tam 6. ayını doldurduğunda doktoru tarafından muayene sırasında fark edildi. Alt dişleri çıkıyordu. Biraz şaşırdık, biraz sevindik. Açıkçası önce biraz gözüm korktu, çünkü konuştuğum bir çok kişi bunun iyi bir şey olmadığını söyledi. Elbette kitaplara başvurdum ve bir hafta süreyle elimdeki bütün kitapların dişlerle ilgili bölümlerini yeniden hatmettim, internette araştırdım ve aslında endişe edilecek bir şey olmadığına karar verdim. İlk dişlerin 6. aydan itibaren görülmesi gayet normalmiş. Bazen bebeğin ilk yaşını doldurmasından sonra çıktığı da görülüyor. Örneğin canım arkadaşım Ebru’nun biriciği Ayşegül ilk dişini 11 aylıkken çıkarmıştı. Hamileyken, ofisimizi temizlemeye gelen hizmetliyle konuşmalarımız sırasında kızının alttan çıkmış bir dişle doğduğunu söylemişti. İlk defa böyle bir şey duyduğumdan çok şaşırmıştım ama çok ender olsa da bazı bebeklerin dişle doğduğunu ve eğer diş sallanıyorsa bebeğin dişi yutma riskini ortadan kaldırmak üzere çekilmesi gerektiğini öğrenmiş oldum. Genel olarak ilk dişler ön tarafta ve alt çenede çıkıyor. Bu dişlere santral kesici dişler deniyor.
Dişlerin erken çıkmasının eğer emziren bir anneyseniz memenizin ısırılması riskini yarattığını acı bir tecrübeyle anladım. 8. ayının ortalarında Brüksel’de üsten iki dişin daha çıkmaya başladığını görünce sevincim yerini biraz endişeye bıraktı çünkü hem alt hem de üst dişleriyle ısırmayı çok çabuk öğrendi ve bir kaç kez meme ucumu koparmasına ramak kaldı. Her ne kadar ona acıdığını belli etmeden yapmaması gerektiğini kararlı bir sesle söylemiş olsam da surat ifademden bir şeylerin iyi gitmediğini anlayıp ağlamaya başladı. Hemen sakinleştirdim filan ama sonraki günler emme süreleri gittikçe kısaldı ve 8. ayını doldurduğu gün memeyi kendi isteğiyle bıraktı. Ben de böylelikle anladım ki dişlerin erken çıkması, bebeğin ağız sağlığı açısından değil de meme emmeyi bırakmayı hızlandırması açısından sakıncalı, ama elden ne gelir? Tek tesellim zaten sadece uykuya dalarken kısa sürelerle kullandığı emziği memeden önce bırakmış olmasıydı.
İlk dört dişten sonra 2,5 aylık sakin bir dönem geçirdik. Kurban bayramı için yine İstanbul’daydık. Ancak bayramın son günü verebildiğim ilk bayram hediyesini eline aldığında (Hamarat Anne’nin meşhur eşeği ve kaplişi) öyle bir güldü ki ‘Aa, o da ne? Yeni yeni incileri var kızımın’ diye bağırırken buldum kendimi. Üstten iki dişi daha çıkmış, aşırı salyanın dışında hiçbir sıkıntısı olmamıştı bebeğimin. Güle oynaya evimize döndük. Aşırı salya ve buna bağlı olarak ağız çevresinde beliren minik kızarıklıkların yanı sıra, en fazla bir gün süren hafif ishal ve bulduğu herşeyi kendi eli de dahil ısırma isteği dışında hiç bir sıkıntı verici durum olmamıştı. Bu yüzden 2-3 hafta sonra bir gece aniden sanki bir yerine bıçak saplanmış gibi feryat figan bağırarak uyandığında hiç diş sancısına yormayıp, ne oluyor deyip, ilaç verdik, hoş tuttuk filan. Bir hafta boyunca, gecenin herhangi bir vakti kalkıp, sızlanıp mızıldanıp tekrar uyumamak için dokuz takla atıp, perişan olduktan ve elbette bizi daha da fena perişan ettikten sonra nihayet hadiseye uyandık. Meleğimin lateral kesici denilen üst çenedeki dişlerinden sonra alt çenedeki 7. ve 8. dişleri de çıkmıştı.
Ocak ayının başlarındaki bu acıklı tecrübeden ve azı dişlerini çıkarmasının daha da acıklı olacağına o vakte kadar okuduklarıma dayanarak kanaat getirdikten sonra, gayet hazırlıklı bir biçimde beklemeye ve tetikte olmaya başladım. Hatta Brüksel’deyken diş etlerine sürülen şu bitkisel jellerden de aldım. Fakat son İstanbul ziyaretimizde, yaklaşık 2,5 aylık sürede uzun aralıklarla ve kısa sürelerle yoklayan sancılar sık tekrarlanmaya başlayıp, omuzlarımıza yapışarak dolaşma isteği arşa vurunca ‘dişlerinin çıkması yakındır’, dedim. Öyle de oldu. Hani teker teker de değil, dördü birden çıkmaya çalışıyordu. İlk önce sol alt çenede iki gün sonra sağ tarafta, dört gün sonra sol üstte ve son olarak dün öğlen uykusundan çığlıkla uyandığında jel sürerken farkettim ki sağ üst çenede olmak üzere dört adet birinci azı dişleri arz-ı endam ediyor. Şimdi sırada lateral kesici dişlerle birinci azı dişleri arasında kalan ve genellikle 16. ve 23. aylar arasında çıkan köpek dişleri var. Son olarak 23. ve 33. aylar arasında, çenenin en gerisinde bulunan ve ikinci azı dişleri denilen dişler çıkacak.
Süt dişleri 20 tane ve genelde tamamının çıkması 3 yaşını buluyor. Kalıcı dişler ise herkesin hatırlayacağı üzere 6 yaş civarı başlıyorlar çıkmaya.
Bütün bu diş çıkarmalar sırasında eğer şişlik, kızarıklık olursa sıvı oluşumu ihtimalini gözönünde bulundurmakta fayda var. Her ne kadar bunların zararsız olduğu söyleniyorsa da bebeğe verebileceği rahatsızlık açısından dikkatli olunmalı.
Dişlerin çok aşırı sancılı olması durumunda ağrı kesici kullanıp kullanmamaya doktorla görüştükten sonra karar verilmeli. Yıllaaaar yıllar önce, yeğenimin ilk dişleri çıkarken temiz bir tülbenti karbonatlı soğuk suya batırıp hafif basınç uygulayacak şekilde damaklarında gezdirirdik, çok rahatlardı. Şimdilerde O da aynı şeyi 6,5 aylık kendi oğluşuna yapıyor.
Dişlerin bakımı için bazı doktorlar azı dişleri çıkana kadar dişleri fırçalamanın elzem olmadığını, içeriden florür içeren haplarla desteklenmesinin yeterli olabileceğini söyleseler de çoğu doktor ve diş hekimi ilk dişten itibaren yumuşak ve minik bir fırçayla ve sadece suyla sabah akşam fırçalamanın gerekli olduğunda hem fikir. Diş macunu kullanmaya genelde iki yaş civarı başlanıyor.
Türkiye’de ne sayıda çocuk diş hekimi olduğunu bilemiyorum ama çoğu kitap ve makale ilk dişlerden itibaren bebeğinizi bir çocuk diş hekimine götürmenizi salık veriyor. Aklıma uzun zaman önce bir gazetede gördüğüm haber geldi şimdi. Haberde yurtdışında bir yerlerde bir pedodontistin, çocuklardaki diş hekimi korkusunu yenmek için Süperman kıyafetiyle çalıştığından ve bir süre sonra o bölgede yaşayan çocukların, dişlerinde bir sorun olmasa bile her hafta ‘Superman’e gidelim’ diye tutturduklarından bahsediyordu. Ne diyelim, darısı başımıza...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails