19 Ocak 2011 Çarşamba

Bugün Yine Yine 19 Ocak!

Adını her duyuşumda, okuyuşumda bazen içten içe ama çoğu zaman alenen gözlerim doluyor ağlıyorsam bu yalnızca seni çok özlediğim için değil Hrantçığım,

Uzun süreler görüşemeyip dernekte biraraya geldiğimizde “gel sana bir sarılayım kardeşim” deyişindeki samimiyetin binde birini bile gösteremeyen insanların arasında nefes alamadığım için de...

Bu sonsuz ayrılığı ne sana ne ailene ne de dostlarına reva gördüğüm için de...

Sana ve geleceğim olan kızıma hala, 4 yıl sonra hala, kalıcı barışı ve adaleti arayışımızın sürdüğünü söylemek zorunda kaldığım için de...


7 Ocak 2011 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 32, 33

Bu hafta yine iki yeni kitabımız var. İkisi de ODTÜ Yayıncılık’tan. İlki Akram Ghasempour ve Lisa J. Barjesteh’e ait, MUTLU KAPLUMBAĞA. Her şeyden önce çizimleri çok sevimli bir kitap. Son derece sade ve rahat bir dili var. Selin iki üç günde bir “hadi okuyayım anne” diyerek kucağıma koyuyor. Kitap etrafımızdakileri fark etmemizin ve bunlardan zevk almamızın güzelliğini ve en önemlisi kendimiz olarak kalmamızın değerini anlatıyor. Kitapta en çok dikkatimi çeken şeyse daha hızlı olmak isteyen –ki aslında bu kaplumbağa’nın çok istediği bir şey değil, arkadaşı tavşanın etkisinde kalarak sadece denemek istiyor, nasıl hızlanabileceğini düşünürken söylediği “her şeyin bir çözümü olduğunu biliyorum. Belki bu soruna da bir çözüm bulabilirim” cümleleri oldu. Birincisi ne ilkokul ne de kreş yaşları, bu kadar rasyonellik bana ağır geldi. Çocuklar hayatta başa çıkamayacakları ya da anlayamayacakları şeylerle karşılaşınca ne olacak? Her şeyin ve her durumun bir çözümü olduğunu düşünmek başlı başına korkutucu bir iddia zaten. Hele ki çocuklar için. Neyse, siz bana bakmayın. Ben işte böyle tek bir cümleye takılıp üzerine  kırk satır yazabiliyorum, maalesef. ODTÜ’de bu kitapları alırken görevli bayan kitapların ilkokul çocukları için olduğunu söylemiş ve kızınız için daha çok erken demişti. Bence kesinlikle erken filan değil. Hatta ben ilkokula geldiğinde Selin’in kendi kendine kitap okuyabilmenin güzelliğine rağmen bu kadar basit anlatımlı bir kitabı bir kaç kere okuyup hevesini alacağını sanıyorum.

İkinci kitap, Kambiz Kakavand ve Neda Azimi’ye ait KEDİ ve YILDIZLAR. Şimdi zaten kitabın kahramanlarından birinin kedi olması Selin’in hemen ilgi göstermesine yetti. Üstüne üstlük hikayesi de güzel, e daha ne olsun? Kitabın çizimleri -aslında çizim demek doğru değil kolajları demek lazım-renkler, perspektif ve sayfa düzeni açısından çok ama çok güzel. Hikayesini de çok sevdik. Çok aç bir kedinin yiyecek bir şey bulamayınca yıldızları yemek istemesini, bu arada masal bu ya kanatlarının çıkıp yıldızlara uçmasını, bütün yıldızları mideye indirip en uzakta kalan küçük bir yıldıza çok fazla yediği için ağırlaştığından ulaşamamasını, kedinin yeryüzüne dönünce uykusunun gelmesini fırsat bilen o uzaktaki küçük yıldızın tüm yıldızları kurtarmasını anlatıyor. Kitabın, sonunda bütün bunları kedinin gördüğü bir rüya mı acaba diye düşündürtmesini de ayrıca çok beğendim. Bir de ODTÜ Yayıncılık’ın tüm çocuk kitaplarının fiyatlarının gayet makul olduğunu belirteyim.
Selin her iki kitabı da çok seviyor, ben de gönül rahatlığıyla tavsiye ediyorum.

30 Aralık 2010 Perşembe

2010'un Z Raporu

Şimdiii, en başında uyarıyorum. Çok uzun bir yazı bu. E, kolay değil tabii...Koskoca bir yılın kimi zaman vakitsizlikten kimi zaman tembellikten kimi zamanda ruh halimden kaynaklanan sebeplerle yazılamayanlarını veya yazılmış olup tekrar hatırlanması gerekenlerini toparladım. Yazarken ben dağıldım, o ayrı. Başlıyorum...
Ocak ayında;
• Selin karla tanıştı ve hiç hoşlanmadı.
• Doğum gününün ne olduğunu anlamaya başladı.
• Bıçak kullanmada çok başarılı olmasa da her şeyi kendi kendine yiyebilir hale geldi.
• Babasının kahverengi beresine aşık oldu, her akşam kafasına takıp uyuyana kadar çıkarmadı. Valla çıkartmamakta çok haklıydı, o kadar yakışmıştı ki...
Şubat ayında;
• Epey bir süre devam eden banyo kabusu nihayete erdi.
• Tuvalet alışkanlığı edindirme gayreti yüzünden banyoyu oturma odasına çevirdik.
• Her an patlayabilir endişesiyle balonlardan korkar hale geldi.
• Müzik derslerine başladı ve sıklıkla her şeyle müzik yapılabilir düşüncesini kulaklarımızı mahvetmek pahasına kendince ispatladı.
• Kendimize “yoksa ressam mı olacak?” diye sorduracak kadar çok resim yapmaya ve evin bütün duvarlarını tuval zannetmeye başladı.
Mart ayında;
• İlk defa tiyatroya gitti, çok eğlendi. O günden sonra doğal olarak tiyatro lafını her duyduğunda hemen gidelim moduna giriyor.
• Calliou’yu seyretmeden gün geçirmez oldu.
• Dolaplarda ne kadar tencere, tava vs. varsa hepsini ortaya çıkartmak şeklinde süre gelen mutfak eğlenceleri yavaş yavaş “anneme yaydım ediyoyum”a dönüştü.
• İlk defa kızımızı bir akşam iki saatliğine büyük anneannesine bırakıp sevgili arkadaşım Bişeng’in resim sergisinin açılışına gittik.
• Hello Kitty yeni takıntısı oldu. Öyle ki donlarında bile Hello Kitty olsun diye tutturdu ve bu durum hala devam ediyor.
• Henüz daha pusetinde dolaşırken tanıştığı ikizler Aral ve Ilgaz’la, bize geldikleri bir akşam tüm oyuncaklarını paylaşarak gözlerimizi yaşarttı.
Nisan ayında;
• Aralık ayından beri çişini söyleyip son dönemde kakasını da lazımlığa yapıyordu. Sadece geceleri uyku donuyla yatırmaya başlamıştım. Ama İstanbul’da Deniz’in altının bağlandığını görünce değil kakasını lazımlığa yapmak çişini bile söylemez oldu. Tuvalet alışkanlığıyla ilgili her şeye sil baştan başladık.
• İstanbul’da dolu dolu günler geçirdi. Dolphinarium ve Akvaryum’a yaptığımız ziyaretler aylarca dilinden düşmedi. Tanıdık tanımadık gördüğü herkese beyaz balina gibi şarkı söyledi ve hemen ardından “mors bizi ıslattı, yunuslar çok hızyıydı” dedi.
• 23 Nisan için Montessori e-grubunda düzenlenen resim etkinliğine heyecanla katıldı. Kendisine gönderilen resimlere bakıp bakıp “bu bana geydi, benim”dedi.
• Yurtdışında yaşayan arkadaşımız Müge için Komşu Restorant’ta verilen yemek davetine mecburen birlikte gittik. Selin’in o geceki eğlenceye katılımını ve gösterdiği performansı, ileride ‘alemlere akma’ konusunda pek sıkıntı çekmeyeceğinin işareti olarak aklımın bir köşesine not ettim:)
Mayıs ayında;
• 1 Mayıs’ı havanın da yardımıyla günün anlam ve önemine uygun biçimde ODTÜ’de papatyalar arasında geçirdik.
• Babamızın işi dolayısıyla gittiğimiz Turunç ve İzmir’de, biraz takırdamış olsak ta çok güzel günler geçirdik. Selin’in ‘alemlere akma’ potansiyeli İzmir’de arşa vurdu.
• Havaların ısınmasını fırsat bilerek balkonda bol sulu aktiviteler yaptık ve tabii ben bunları Haydi Oynayalım blogunda yayınlamaya fırsat bulamadım.
• Yangın merdivenimizde yuvalayan bir güvercinin yumurtlamasını, günlerce kuluçkaya yatmasını, yavrunun yumurtadan çıkışını ve biraz palazlanıp yuvadan ayrılışını gün be gün belgesel tadında seyrettik. Büyük şehirde yaşayan bir apartman çocuğu için hatta benim için bile müthiş bir deneyimdi.
• Anneler günü brunch’ında masada en fazla 5 dakika oturabilmesinden hareketle ve tabii baharın etkisini de göz önüne alarak, 2 yaş sendromunun “galiba poposunda çivi var” dönemine girdiğimizi fark ettik.
• Kardeş bilip küçülen neyi varsa “bunu Assı’ya hediye edeyim” diyerek ayırdığı eşyalarını verme bahanesiyle nihayet Aslı’yı görmeye gittik. Tabii biz gidene kadar Aslı artık 7 aylık olmuştu. Anlaşıldığı üzere sadece Selin’in poposunda çivi var:) 
Haziran ayında;
• Umur, Esra, Neslihan ve ben Çayyolu’ndaki Marmelatte Cafe’ye gittik ve çocuklarımız yüzünden gördüğümüz muameleyi protesto ederek bir daha gitmemeye karar verdik.
• Selin dişlerini fırçalarken diş macunu kullanmaya başladı. Dişlerindeki sararmanın 2-3 gün içinde kaybolduğunu gözlemledik. Mucize gibiydi.
• Nurturia’nın babalar günü fotoğraf yarışmasına katıldık, diğer babaların fotoğraflarına baktık, bayıldık!
• Alternatif Anne’nin yayına başlamasını kutlamak ve diğer yazarlarla tanışmak üzere Papazın Bağı’ndaki buluşmaya katıldık. Evet, oradaki yemek tariflerini ben yazıyorum. 2011’de tematik yazılar da yazacağım.
• Ankara’ya geleli 4 yıldan fazla olmasına rağmen lise arkadaşlarımla ancak Haziran ayında görüşebildim. Gece yarısı ani bir kararla şehrin öteki ucunda buluştukları bara gittim ve sabah karşı döndüm.Yıllar sonra yapabildiğim bu çılgınlık sahiden de iyi geldi.
• Yakın arkadaşlarımız Erdil’lerle, Tenes Restaurant’ta brunch’a gittik. Daha önce kışın akşam yemeği için gittiğimizde balık yemiş ve çok beğenmiştik. Bu sefer de bahçesinde kahvaltı ettik ve yine çok beğendik.
• Ankara’da ilk defa bu mevsimde kısa fakat çok yoğun bir dolu yağışına şahit olduk.
• Mutat İstanbul ziyaretimizi yaptık. Bu sefer Meleğim yaz tatilinden önce babaannesi ve Sina dedesiyle görüşüp biraz da olsa hasret giderdi. Kızımın gizli bir kokoş olduğundan şüphelenmeye başladım.
• Club Ali Bey’de hepimize çok kısa gelen harika bir Belek tatili geçirdik. Tesisle ilgili yazdıklarımı vaktinde yayınlamayı beceremeyince ‘kısmetse 2011 baharında yayınlarım’ diyerek bekleyen yazılar dosyasına kaldırdım. Kısaca; pahalı bir tesis olmakla birlikte kesinlikle çocuk ve engelli dostu olduğunu belirteyim ve evet yazıyı mutlaka yayınlayacağım.
• Hayatımda ilk defa parasailing yaptım ve sanırım artık her gördüğüm ve güvenli bulduğum yerde yapacağım:)
• Belek tatilinde ilk defa 4 dakika için bile olsa çocuğunu kaybetmek ne demekmiş anladım ve acayip korktum. Bu olay tatilin ilk günü olsaydı, herhalde hemen geri dönerdik. 
Temmuz ayında;
• Selin’in Calliou hayranlığı aniden bitti.
• Selin sık sık buğday nohut oyunu oynadı, çok sevdi ve maalesef ben yine oyun blogunda yayınlayamadım. Anlaşılan o ki, burada yaptığımın aynısını oyun blogum için de yapmalıyım.
• Banu-Cenk-Mira üçlüsünün şahane evsahipliğinde, çok sevdiğim arkadaşlarım ve kızlarımla birlikte, 45 yaşına girmenin şanına yakışan harika bir doğum günü geçirdim. Ne kadar teşekkür etsem az gelir.
• Her anında Meleğimin ne kadar büyüdüğünü ve her şeyi anlar olduğunu gözlemlediğim, kızım için uydurduğum (ve hala söylediği) bize özel şarkılarla, oyunlarla dolu dolu geçen Ayvalık günleri...
Ağustos ayında;
• Ayvalık’ta usulca verdiği ‘evet’ cevaplarının yerini kararlılıkla söylediği ‘hayır”lara bıraktığı, ‘yardım eder misin anne?’ ricalarının ‘ben yapıcam’ ısrarlarına dönüştüğü, her şey için söyleyecek bir söz bulduğu, bize sınırsız hayal gücüyle uydurduğu harika masallarını anlattığı, sabah akşam Sertab Erener dinleyip dinlettirdiği, elinden düşürmediği suluboya fırçasıyla bulduğu herşeye “hımm, bunu da boyayabiyiyim gayiba” diye baktığı, pijamalarım ve şapkalarımla füzyon modasına yeni boyutlar getirdiği kısacası bizi sürekli şaşırttığı güzel günler geçirmeye devam ettik.
• Ankara’ya döndüğümüzde bir su kuşu olmuştu bile ve her günü suda geçirme alışkanlığını oturduğumuz sitenin havuzuna girerek devam ettirdi.
• Uyku donunu da bıraktı ve bir iki küçük kaza dışında vukuat yaşamadık.
• Bana yardım etme sevdası banyoda da kendini gösterdi. Makineden çıkarttığım ıslak çamaşırları kurutucuya koymak artık onun görevi. (elbette bedelini ödüyorum, kefir veya kırmızı yoğurtla)
• Nemo’nun ve filmdeki diğer bazı karakterlerin hastası oldu, hastalığı aynen devam ediyor.
Eylül ayında;
• Bütün yaz çok özlediği komşumuzun sevimli oğlu, sevgili arkadaşı Ege’yle hasret giderdi.
• Bayramda İstanbul’a gittik. Nihayet Temmuz'da doğan yeğenimin kızı Elif Mira’yla tanıştık.
• Selin kreşe başladı ve tabii tanıdık tanımadık herkesin dediği gibi hemen hastalandı.
• Bu dönemde ayın sadece şeklinin değil renginin de değişmesi Selin’in resimlerine de yansıdı. Beyaz hilal şeklindeki Aydede resimleri turuncu toplara dönüştü. “Peki bunun güneş olmadığını nereden anlayacağız?” diye sorduğumda, “Ama bak, bunun ışınyayı yok anne” dedi ve beni dumur etti.
Ekim ayında;
• Selin’i iyileştirdik ama bu sefer karı koca biz hastalandık. Selin için bu kış sürekli hastalanacak merak etmeyin diyenler, maalesef anne babanın da hastalandığını bize söylemediler. Çok fena hazırlıksız yakalandık. Daha önce iyileşmem hiç bu kadar uzun sürmemişti.
• Selin bir post-it canavarı oldu. Gördüğü anda her bir yaprağı tek tek ayırıp oraya buraya yapıştırıyor. Unutmadan not alması lazımmış!:)
• Ayın faaliyetleri kızlarımın bizim evde buluşması, yayılarak film seyretmeleri ve Başak’ın düzenlediği UHM’deki Nurturia yemeğiydi. Her ikisi de bana çok iyi geldi.
• Bu yaşta ilk defa Beta virüsüyle tanıştım, tanışmaz olaydım!
Kasım ayında;
• Yine bayram geldi ve yine İstanbul’a gittik.
• Selin’in, bayram boyunca her günü birlikte geçirdiği Gülannesine duyduğu aşkın doğal sonucu olarak, ablamın bir uzvuna dönüşmesine ramak kaldı.
• Dönüşte Ankara’daki günlerimiz çok ağır geçti. Her sabah “yayın İstanbuy’a gidecek miyiz anne?” diye sordu.
• Saçlarını kestirtti. Günler süren hazırlık konuşmalarımız işe yaramış olacak ki dönmeden iki gün önce (cumartesi günü) sabah kalkar kalkmaz “Ben bugün güzey oymak istiyoyum anne. Hadi, Güyay abyaya gideyim” dedi. Saçları kesilince de Gülay ablasıyla poz verdi.
Aralık ayında;
• Karla nihayet barıştı. Müzik yapılabilir şeylere kar yığınlarını da ekledi.
• Kreşin Selin’i sakinleştireceğini düşünürken daha da azmaya başladı. Kendisine Munisem demek yerine zıpzıp Ayşe, azgın baygın, çılgın bıdık, minik keçi, bal dudaklı dikkafalı, car car böceği filan gibi pek içaçıcı (!) hitaplar kullanmaya başladık.
• Odasındaki mobilyalara da resim yapılabileceğini keşfetti. Neyse ki bütün kalemleri silinince çıkan cinsten.
• Müzik çalışmalarına sabahları daha yüzünü bile yıkamadan çamaşır sepeti gibi değişik yerlerde ve pozisyonlarda devam etti.
• Evdeki bütün oyuncak küpleri –ki sadece 18 tane varmış, kendi başına üstüste koyup hemen yanında durarak “boyuma kaday geyiyo mu anne?” diye defalarca sordu.
• Sakinliğiyle meşhur kızım büfenin üstünde dans etmeye çalıştı. Hiç bir tepki vermedim. Ya gerçekten sakin bir anneyim ya da o anda kanım donmuştu.
• Her gün, evde müzik cd’lerinin durduğu o ağır kutulardan ne kadar varsa hepsini raflardan indirip, cd kaplarını alıp, içlerini çıkartıp salonun bilumum yerlerine frizbi misali atmaya başladı. En sonunda bunu sadece kendi cd’lerine yapabileceğine dair anlaşmaya vardık. İki gün sonra frizbi muamelesinden vazgeçti ama hala dağıtmayı sürdürüyor.
• Hafta sonu, Emre Alp’in babasının (Emre Alp’in doğumgününde) gayet kısa fakat ikna edici konuşmasıyla balonlardan korkmayı bıraktı ve çılgınca oynamaya başladı. Dün kreşte düzenlenen yılbaşı partisinden her tarafımızdan sosis balonlar sarkarak ayrıldık.  
Uzun hem de çok uzun olacağını söylemiştim. Bu satırlara kadar gelebilenleri tebrik ediyorum. Mutlaka yazmayı unuttuklarım da vardır. Nihayetinde ömrümüzden bir koca yıl daha işte böyle geçti. Bir çoğunuz belki farkındasınızdır ama ben yine de yazayım. Ne kadar uzakta ya da yakında olursanız olun aslında bu seneyi hep birlikte geçirdik.

Nice sağlıklı, huzurlu ve mutlu seneleri sevdiklerimizle birlikte geçirmemiz dileğiyle...

28 Aralık 2010 Salı

Yeni Yılın İlk Hediyesi, Ceren'den...

Bugün Selin’e Ceren’den yeni yıl hediyesi geldi ama ne hediye! Meleğim paketi açar açmaz dünyayla ilişkisi kesildi sanki. Şöyle bir bana bakıp gülümsedi, anladım ki pek beğendi hediyesini.
Önce dikkatle beyaz kalbi ve meleği inceledi. Sonra paketin içinden çıkan, Ceren’in kendi elleriyle pek özenerek yaptığı belli olan yeni yıl kartına baktı uzun uzun. Ben elimde fotoğraf makinesi “Tatlım, bana bir bakar mısın?” diye en az yedi sekiz kere seslenip hiç bir tepki alamayınca, bıraktım kendi haline. Elbet bir tepki verecektir diye. Bütün tablaların içini harflerle tamamladıktan sonra, nihayet lütfedip kafasını kaldırdı ve “Bu hediyeyi çok sevdim anne. Ben bi yesim yapayım, Ceyen’e tesekkuy edeyim” dedi. Bunun üzerine Özgür’e mesaj atıp adreslerini istedik.

Paketin üstündeki meleği incelerken çam ağacına asılabildiğini keşfetti. Hemen koşup ağacımıza astı ve “Buyaya çok yakıştı” dedi. Biraz önce de hediyesinin başından kalkıp odasına kalemlerini almaya gitti. Benden de “kayın kaat” istedi. Elimde kalın kağıt salona döndüğümde Selin’i kalemlerini yanına koymuş, hediyesiyle oynarken buldum. Bu akşam resim yapmaya vakit bulabilecek mi pek emin değilim:)
Özgür ve Ceren gerçekten çok güzel bir hediye seçmişler, çok teşekkür ederiz. Buradan kendilerine kucak dolusu sevgiler gönderiyoruz.

Not: Ah, Bir de ben Selin’in Rüzgar için yaptığı yeni yıl kartını hediye paketimize koymayı unutmasaydım ne iyi olacaktı. Yarın, ayrı bir zarfla göndereceğim artık.

17 Aralık 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 29, 30, 31

Bu sabah Ankara’da, RÜZGARLI BİR GÜN’e uyandık. Evet, hemen anladığınız gibi bugünkü kitaplarımız Bir Gün parantezinde "KARLI, YAĞMURLU ve RÜZGARLI". Her üç kitabı da Anna Milbourne yazmış. Karlı ve Rüzgarlı Bir Gün kitaplarını Elena Temporin, Yağmurlu Bir Gün’ü Sarah Gill resimlemiş. Tübitak ta basmış. Selin bu seriyle ilk olarak, geçen kış doğum gününde hediye edilen Yağmurlu Bir Gün kitabıyla tanışmış ve çok sevmişti. Yağmurun nasıl olduğuna dair açıklamalardan bir şey anlamamıştı ama çizimleri çok sevmişti. Bahar geldiğinde yağmur yağdığı bir gün bulutları da inceleyerek kitabı tekrar okuduk. Sanırım bir şeyler kafasında daha da netleşti ve gerçekten anladı ki, kitabı bana anlatırken bir sürü soru sordu.
Aslında ben daha önce Rüzgarlı Bir Gün’ü almıştım ama bir kere okuduktan sonra nedense aylarca suratına bile bakmadı. En sonunda yine böyle fırtınalı bir güne uyandığımız bir sabah kitabı okumayı teklif ettim. Pek sevdi, defalarca okuttu. Şimdi artık ne zaman hava rüzgarlı olsa "kitaptaki gibi anne ama benim uçurtmam yok, henüz” diyor.
Aybaşında gittiğimiz tiyatro oyunundan sonra Şinasi Sahnesi’ne çok yakın diye Tübitak’a da uğrayalım dedik Neslihan’la. İçeriye girdik, her kitaba maydonoz olup “aa bak bu da çok güzelmiş ama acelesi yok, seneye alalım” gibi laflar edip düzdünya kitap seçtik. Doğal olarak cebimizdeki paraları bıraktık ve çıktık. Aldığım kitaplar arasında nihayet bulabildiğim Karlı Bir Gün de vardı. Cuma gecesi kitabı kitaplığının önüne bakar bakmaz görebileceği şekilde koydum. Planım işe yaradı ve sabah uyanıp her yeri karla kaplı gördü. Her sabah sektirmeden yaptığı gibi kitaplığına baktı, kitabı hemen fark etti ve eline alıp yanıma geldi. Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle "yeni bi tipakım oymuş anne, bunu bana okuu musun?" diye sordu. O sabah kartopu oynamaya çıkmadan önce bu kitabı okumuş olmamızın Selin'in karla barışmasında çok olumlu etkisinin olduğuna inanıyorum.
Uzun sözün kısası -ki ben de pek bulunmaz:), bu üç kitabı da herkese tavsiye ediyorum. Çocuklarımızın kitaplığında olması gereken kitaplardan. Bu noktada kitapların fiyatlarıyla ilgili Tübitak'a yönelik küçük bir eleştirim var. Evet, piyasadaki kitaplara nazaran fiyatları çok uygun. Ama bu kitapların maalesef artık karton kapaklısı basılmıyor. Hepsini kalın cilt kapaklı basıyorlar. Karton kapaklısı 4 TL iken cilt kapaklıya 10 TL vermek zorunda kalıyorsunuz. Ben kitapların daha çok çocuğa ulaşabilmesi için Tübitak'ın hem karton hem de cilt kapaklı basmaya devam etmesini diliyorum. Diğer taraftan bu kitapları çocuğunuz okumayı öğrendiğinde kendi kendine de okuyacağından, dayanıklılık açısından kalın kapaklıları almak daha uygun bir seçim olabilir.

16 Aralık 2010 Perşembe

Kukla Tiyatrosu ve Monami

Aralık ayının ilk günü kızlarımızı alıp 15. Uluslararası Ankara Tiyatro Festivali’nin az sayıdaki çocuk oyunlarından birine, istanbul’dan gelen Çizgi Tiyatro’nun Çizmeli Kedi kukla oyununa gittik. Çocuklar çok eğlendi ve beğendi. Ben her ne kadar Çizmeli Kedi’de aklın değil açıkgözlülüğün ve bir parçada aldatmacanın övüldüğünü düşünüyorsam da, kukla tiyatrosudur değişik gelir diye götürdüm Meleğimi. Oyun sonrası sahneye çıkıp kuklalarla ve oynatan abilerle tanıştılar. Selin Çizmeli Kedi kuklasını hafiften okşadı bile. Onun için nasıl büyük bir cesaret örneği tahmin edemezsiniz. Sahnede biraz oyalandılar ve sonra elele tutuşup poz verdiler. Salondan en son ayrılan bizdik.
Oyun sonrası yemek vakti diye bir kafeye oturduk. Yemekler gelene kadar oyalanmaları için Umur, Ada’nın boya kalemlerini ortaya çıkardı. Çocukların kalemleri rahatça kullandığını görünce aklıma en son İstanbul’a giderken yaşadığımız hayal kırıklığı geldi. Bayramdan önce otobüste filan resim yapmak isterse diye bilinen bir markanın (JF) kısa boylu kuru kalemlerinden almıştım. Ne büyük hataymış! Benim bile bir şeyler çizebilmem için tüm gücümle bastırmam gerekti. Elbette Selin bir daha kalemleri eline almak istemedi. 1 yaş civarlarında malum tek bir markanın pastel boyalarını alıyorduk, en iyisi en zararsızı diye. 2 yaş civarındaysa neredeyse piyasadakilerin hepsini denedik. O gün kırtasiyecide daha önce kullanıp memnun kaldığımız Monami’nin pastel boyalarını görünce “keşke kuru boyaları da olsaydı” diye düşünmüştüm. Kuru boyanın kullanımı pastele göre daha zor. Bu yüzden alırken kağıdın üstünde kolayca kaymasına, renklerin canlılığına filan dikkat etmek lazım. Eve döndüm, e-posta kutumda Monami’den gelen tanıtım mesajını buldum. Kuru boya da çıkarmışlar. Kullandığımız markalardan biri olduğu için gelen mesajı aşağıya kopyaladım. Biz memnun kaldık, denemeye değer bir marka.
“Yeni Yılda Çocuğunuza En Güzel Hediye Monami'den...
Yeni yıl geliyor ve büyükler kadar çocukların da hediye alma heyecanı başlıyor. Özellikle çocuklara alınacak hediyenin özenle seçilmesi gerekiyor. Türkiye distribütörlüğünü Şark Gülü Kırtasiye'nin yaptığı ve yıllardır dünya çocuklarının en sevdiği markalardan biri olan Monami pastel boyalar ve seriye yeni katılan kuru boyalarla yeni yılda çocukları sevindirin...
Monami serilerine yeni katılan kuru boyalar, çocukların resim yaparak hayal dünyalarının genişlemesine ve el becerilerinin artmasına yardımcı oluyor. Kısa ve uzun tüp olmak üzere farklı ambalajlarda, 12 ve 24'lü renk seçenekleri ile satışa sunulan kuru boyalar, kağıdı yıpratmadan kolayca kullanılıyor. Monami kuru boyalar'ın uç kırılmasına karşı dirençli özel yapıştırma sistemi sayesinde, çocuğunuz uzun süre resim yapmanın keyfini çıkartacak. Kağıt üzerinde daha baskın görünen yüksek kalitede parlak ve canlı renklere sahip kuru boyalar, okul öncesi ve sonrası çocuklarınız için önemli bir gelişim araçlarından biri olma özelliği taşıyor.
Monami'nin pastel boyaları ile renkli hayaller...
Pratik kullanımı ve canlı renkleri ile çocukların ilk tercihi olan Monami pastel boyaların ucu açılıyor ve son derece sağlam. Düşürüldüğünde çatlamıyor ya da kırılmıyor. İz ve leke bırakmama özelliği ile de temizlenmesinde zorluk yaşanmıyor. Kağıt üzerinde rahatça kayan Monami pastel boyalar ile çocuklar resim yapmaktan zevk alıyor...
Monami boyalar zararlı kimyasallar içermiyor...
Hiçbir zararlı madde içermeyen Monami marka pastel ve kuru boyalar, boya yaparken ellerini ağızlarına götüren küçük çocuklar için herhangi bir tehdit oluşturmuyor. Çocukların güvenle oynayabilmeleri için zararlı olmayan maddelerden üretilen pastel ve kuru boyalar ile çocuklarınız, yeni yılda yeni resimlere imza atacak... www.sarkgulu.com

14 Aralık 2010 Salı

Karla Barışma

Bu sene Ocak ayında kar yağdığında kar topu oynarız, kardan adam yaparız diye büyük bir hevesle dışarıya çıkartmıştım Meleğimi ve hevesim kursağımda kalmıştı. Munisem ayakları kara battıkça acayip rahatsız olup önce sızlanmış sonra da ağlamıştı. Eline kar topu yapıp verdiğimde, 2 saniye elinde tutmamıştı bile. Bir de üstelik eldivenlerim niye ıslandı der gibi hafif kızgın bakmıştı. Kara değen eldivenlerinin ıslanmasından ve aşırı beyazın gözlerini kamaştırmasından o kadar tedirgin olmuştu ki hemen eve dönmek zorunda kalmıştık.((
Hafta sonu kar yağdığında babamız da bizimle birlikte bahçeye çıktı. Dışarıya çıkar çıkmaz yine kara basmaya korktu ve babası onu biraz kucağında taşıdı. Selin’i karsız bir yere indirdikten sonra biz hızımızı alamayıp sıkı bir kar topu savaşına girdik. Kahkahalarımıza sevinç çığlıklarını katarak ve duruma fena halde şaşırarak bizi izledi bir süre.
Sonra bir baktım kara el izini bırakıyor. Heyecanla “anne bak! eyimin izi çıktı” diye bağırdı. Bir cesaret bir parça kar aldı eline ve “ayın bakayım daygıçyay!” (burada Nemo filminde Nemo’yu kaçıran dalgıçlara sesleniyor)diyerek fırlatmaya çalıştı ve nihayet Meleğim karla barıştı. Eve dönmekte çok zorluk çektik.
Ertesi gün sabah uyanır uyanmaz “kayay eyicek çabuk çabuk dışayı gideyim, oynayayım” demeye başladı. Bu sefer “biyaz yüyüyüş yapayım anne” dedi. Bir gece önce günün anlam ve önemine binaen okuduğumuz ve bu Cuma tanıtacağım kitaplardan biri olan “Karlı Bir Gün” kitabında gördüğü üzere, baktım bilhassa karlara, arada da elimi sıkıca tutarak buzlara basmaya çalışıyor. Ben hızımı alamayıp ona kitaptan bir şeyler anlatmaya çalışıyorken “bi dakka anne, susabiyiy misin yüfen” diyerek beni susturunca çıkan sesleri dinlemeye çalıştığını fark ettim. Bir kaç adım attıktan sonra kafasını kaldırıp bana baktı ve “anne, isteysek böye müzik yapabiyiyiz” dedi. Şaşkınlıktan hiç cevap veremedim. 30 saniye sonra filan “evet, tabii canım” gibi bir şeyler geveledim.
Sitenin çevresini ve içini “böye müzik yapayak” dolaştık. Bu arada sitemizin ağaçlarının karlar altında da çok güzel göründüğü farkedip hemen bir kaç fotoğraf çektim. Sıra oyun parkının yanındaki bol karlı alana geldiğinde “aytık kay topu oynayabiyiyiz” dedi ve en ufacık bir çekinme, tereddüt filan olmadan ellerini kara daldırıp top yapmaya çalıştı.
Yaklaşık 1,5 saat dışarıda kaldık. Bu sefer çok yorulmuş olacak ki eve dönelim teklifime hiç itiraz etmedi. Eve girip üzerini çıkardı ve al al olmuş yanaklarıyla “biyaz yatayım anne” dedi. Son ayların en uzun öğle uykusunu uyuduğunu söylememe gerek yok herhalde:) 

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails