23 Mayıs 2011 Pazartesi

Anne Olmayı Reddetmek

Çok değil 40 yıl öncesine kadar insanlar hayatlarında neyin nasıl değişeceğini hiç sorgulamadan, gerçekten isteyip istemediklerine dair bir iç hesaplaşma yaşamadan, biraz “içgüdüsel”, biraz dini bir yükümlülük, biraz da insan neslinin devamı için zorunluluk olduğundan çocuk sahibi oluyordu. Bugün gelinen noktada kadınlar artık çocuk sahibi olup olmamak konusunda bir nebzede olsa özgürler ve elbette bu özgürce karar verebilme durumu batıda bir hayli sancılı ve yüksek bedeller ödenerek yaşanan feminizm akımları sayesinde mümkün olabiliyor. Böyle bir seçimin sadece eğitim düzeyi yüksek kadınlar için sözkonusu olduğunu yazmaya gerek bile yok.
Günümüzde annelik, tercihlerin farklı olması sebebiyle çok farklı algılanıp, farklı yaşanıyor. Özellikle eğitim düzeyi yüksek kadınlar, artık ne dinin gereği ne türün devamı ne de içgüdüsel diye çocuk yapıyor. Artık kadınların, anneliği benimsemek, reddetmek ya da kendi içinde tartışabilmek gibi seçenekler yarattığı rahatlıkla söylenebilir. Bu noktada elbette çocuk isteğinin içgüdüsel ve evrensel bir karşı konulamazlık içerdiğinden bahsetmek de imkansızlaşıyor.

18 Mayıs 2011 Çarşamba

Kayıt Altına Almak İçin...– 2, Şubat 2011

Ocak ayına inat Şubat ayında tam 3 doğum günü birden kutladık. Demir’le Mira’nın doğum gününü aynı gün kutladık, üstelik. Yoğun ve yorucu bir programdı ama çok eğlenceliydi. Öğlen Mira’nın doğum gününü Binbir Çiçek Çocuklar Evi’nde, Selin’in sevgili Serkan abisinin Mira için özel olarak hazırlayıp anlattığı “Davulumdan Masallar”la kutladık. Pastalarımızı yedikten sonra Banu’lara gidip Demir’in saat 16.00 başlayacak olan doğum gününü beklerken sohbet ettik. Yukarıdaki fotoğraf Mira’nın doğum günü sırasında Nilsu’nun annesi sevgili Özlem tarafından çekildi. Buradan bir kez daha teşekkür ediyorum.
Demir’in doğum gününün yapıldığı yerdeki top havuzunu görünce kendinden geçen Selin’i, eve dönme vakti geldiğinde arabaya kucaklayarak götürmek zorunda kaldım. 1-2 dakika kadar ağlamaya devam eden meleğimin sesi kesilince anladım ki yorulmuş ve uykuya dalmış.
Şubat ayının son doğum günü sarı şekerimiz Arda’nındı. Yine gönüllerince eğlendiler. Doğum günü öncesi sabah kızlarımızı tiyatroya götürmeye karar vermiştik. Ama Selin’in huysuzluğunun arşa vurduğu bir sabahtı ve gitmiciim diye tutturdu. Uzun süren ikna çabalarım sonucu, Umur-Ada ve Nes-Zeynep’le AnkaMall’de öğle yemeği yiyebildik. Zeynep’le birlikte yemek sonrası bir de 3-4 turluk tırtıl sefası yaptılar. Arda’nın doğum gününde top havuzu yine Selin için en favori yerdi ama neyse ki bu sefer ağlamadan vedalaşabildi.
Bu çocuklar ne zaman bu kadar büyüdüler yahu!

13 Mayıs 2011 Cuma

Selin’in Kitaplığından...- 37, 38, 39

Önceki haftalarda boş geçen cumaların aksine bugün bu blog kitaplarla dolu. Haftanın ilk kitabı Selin’in yaklaşık 1,5 ay boyunca neredeyse her gece okuttuğu, İstanbul’a giderken “bu kitaptan mutyaka kaydeşime de aymam geyek” dediği, Ferit Avcı’nın Kök Yayıncılık’tan çıkan KIRMIZI FİL’İ GÖRDÜNÜZ MÜ? kitabı.
Küçük bir oğlan bir sabah kalkınca duvarındaki resmin eğri durduğunu fark eder. Resmi düzeltmek isterken Kırmızı Fil’in resimde olmadığını görür ve aramaya başlar. Evde bulamaz. Mavi Balina’ya, Sarı Zürafa’ya, Mor Kedi ve Pembe Fare’ye son olarak da Yeşil Karga’ya sorar. Verdikleri cevaplardan Kırmızı Fil’in saklambaç oynarken kolayca bulunmaktan çok üzüldüğünü ve bu yüzden gittiğini anlar. Sonra kapı çalar ve Kırmızı Fil çamur içinde, üzgün ve yorgun eve döner. Küçük çocuk çok sevinir onu hortumundan öper. Kırmızı Fil resme, diğer hayvanların yanına geri döner ve uyur. Geriye tek bir sorun kalmıştır. Küçük çocuk, yerdeki ve duvardaki ayak izlerini annesine nasıl anlatacaktır?
1995 yılında Kültür Bakanlığı’nın “Eflatun Cem Güney Çocuk Kitapları Yarışması’nda birincilik ödülünü kazan bu kitabın öyküsünün çok sevimli olduğunu, çizimlerinin abartısızlığını, renklerin canlılığını, yalın ve akıcı dilini bilhassa vurgulamak lazım. Selin daha ilk okumada kitabın hikayesini aklına yazdı. Günlerce olan her olayda ya da duyduğu her sözde kitaptaki karakterleri hatırlattı, göndermeler yaptı. Son iki üç haftadır başta Poldi olmak üzere –ki önümüzdeki hafta o seriyi de tanıtacağım, ilgisi başka kitaplara kaymış olsa da bazı akşamlar uyku öncesi okunacak 2. ve/veya 3. kitap olarak seçip, başucuna koyuyor.
Elbette İstanbul’a gitmeden önce kitabı epey bir aramak zorunda kaldım, öyle her yerde hemen bulmak mümkün olmadı. Sonunda da sipariş vererek edinebildim. İstanbul’da da önce kitabı verip vermemek konusunda epey bir tereddüt etti, sonra ben “seninki Ankara’da” diyerek ikna ettim de sevinçle verdi kaydeşine:) Bir de emirle karışık yorum yaptı verirken. “Ben bu tipakı çok seviyoyum Deniz, sen de oku hemen.”:)

İkinci kitabımız, Yıldırım’ın (Türker) şahane çevirisiyle Popcore Çocuk Kitapları’ndan çıkan, Julia Donaldson - Axel Scheffler ikilisinin İngiltere’de 2001, Türkiye’de 2007 yılında ilk basımı yapılan kitabı, SÜPÜRGEDE YER VAR MI?
Cadının biri süpürgesinde kedisiyle birlikte uçarken – ki ben, Pırtık Tekir olduğundan fena halde şüpheleniyorum:), rüzgar çıkar ve şapkası uçar. Aramak için yere inerler. Şapkayı meraklı bir köpek bulur ve süpürgede yer olup olmadığını sorar.”Var!” der cadı ve yola devam ederler. Sonra cadının saçındaki kurdele düşer, yere inerler. Bu sefer kurdeleyi bir kuş bulur. O da aynı soruyu sorar. Ona da “Var!” der. Bu sırada yağmur başlar. Cadının sihirli değneği elinden kayar, sazlıklara düşer. Onu da bir kurbağa bulur. O da süpürgeye binmek ister ve biner. Kurbağa sevinçten zıp zıp zıplarken süpürge kırılır ve hepsi birden bataklığa düşer. Bataklıkta kötü kalpli bir ejderha cadıyı yemek ister. Ama diğer hayvanlar birbirlerinin üstüne çıkarak, çamura bulanarak ejderhaya korkunç bir dev gibi görünürler ve cadıyı kurtarırlar. Cadı buna çok sevinir.
Kazanını ateşe koyar ve her birinden kazana bir şey atmasını ister. Sonra bir şeyler söyler ve birdeeen... Cadı, kedi ve köpek için koltuğu, kuş için yuvası ve kurbağa için duşu olan muhteşem bir süpürge belirir. Süpürgeye biner, giderler.
Bu kitabı yılbaşında almıştım Selin’e ama ortaya çıkartmak için biraz bekledim. Daha önce okuduğumuz ejderhalı kitaplarda bir canlıyı yemeye çalışan kötü kalpli (!) bir ejderha yoktu ve o sahneye ait resim Selin için biraz korkutucuydu. Akşam uyumadan önce okumak riskli olabilir düşüncesiyle İstanbul’a giderken yolda okumak üzere yanıma aldım. Tek kelimesini bile değiştirmeden aynen ama çok yumuşak vurgularla okudum. Kitabın korkutucu tek sayfasında da “Aa, ne komik olmuşlar, baksana!” diyerek çamurdan yaratığın aslında süpürgedeki hayvanlar olduğunu çabuk farketmesini sağladım. İyi ki öyle yapmışım. Çamurun içinden hayvanları seçince gerilmiş suratı hemen değişti, çok rahatladı ve küçük bir kahkaha attı.
Bu kitabın Selin’deki etkilerini, önümüzdeki günlerde ayrı bir yazıyla aktaracağım.

Haftanın üçüncü ve son kitabı, çizimleri Alessandra Roberti’ye ait olan, Anna Milbourne’un yazdığı, Umut Hasdemir’in çevirdiği bir Tübitak kitabı, ÇİFTLİKTE. Bir kaç kitabına göz atanların hemen fark edebileceği üzere, A. Milbourne’nun kitaplarında bir hikaye, hikayenin kahraman(lar)ı filan yok. Bildiğimiz öykücülerden değil. Ama ister çiftlik yaşamını, ister yağmurun nasıl yağdığını, isterse dinazorları anlatsın, dili her zaman yalın, sakin, ve öğretici. Kitabın çizimlerinden de özellikle bahsetmeli. Daha güneş doğarken çiftlikten ayrılıp otlamaya giden ineklerin serin havadaki sıcak nefeslerinden tutun da havanın sabah ayazındaki nemine, sağılırken dönüp arkasına bakan inekten, çocukların kuzuya biberonla süt verirkenki şefkatli bakışlarına kadar her şey sanki karşımızdaymış gibi capcanlı resmedilmiş. Öyle çok karakteristik, değişik bir havası yok çizimlerin. Diğer yandan kitabın bir şeyler öğretme hedefine yani içeriğine, öyküsüzlüğüne de çok uygun düşüyor.
Selin doğrudan bir şeyler öğretmeyi hedefleyen kitapları sadece bir kaç kez okutuyor, o kadar. Bir süre sonra sıkılıyor. Bu yüzden Tübitak kitapları kesinlikle uyku öncesinde okunacak kitaplar değil, onun için. Bu tarz kitapları eğer resimlerini beğendiyse, gün içinde yanyana oturarak, kitaptaki her şeye bir isim vererek, arada bir onları konuşturarak yani mutlaka bir hikaye yaratarak okumayı seviyor. Kitabı geçen sene bahar aylarında okuduğumda o kadar ilgilenmemişti. Sonra yaz boyunca kitaba bakarak uydurduğu hikayelerini geliştirdikçe kitapla daha çok ilgilenir oldu. Her an her dakika okumak istediği kitaplardan değil elbet ama bu biraz da yaşla ilgili. 5-6 yaşına geldiğinde bu tarz kitaplara olan yaklaşımının büyük ölçüde değişeceğini düşünüyorum ve Selin yaşında çocuğu olan annelere, çocukların kendi hikayelerini uydurabilmelerine imkan verdiği için kesinlikle tavsiye ediyorum.

Not: Dün gece 00.01'den beri yazımı bloga aktarmaya uğraşıyordum. Bütün gün beni deli eden blogger'daki sorun nihayet çözüldü de akşamın bu vakti muradıma erdim:)

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Kayıt Altına Almak İçin...– 1, Ocak 2011

Şimdi baştan söylüyorum, bu başlığı taşıyan yazılar, Selin’in kişisel tarihini kayda almak için yazdığım yazılar olacak. Yani eğer 2011 yılının ilk dört ayında Selin’in ne yaptığını, ne ettiğini merak etmiyorsanız bu yazıları okumasanız da olur. Ben gecikerek de olsa es geçmeyeyim, iki satır özet yazayım dedim. Ne kadar iki satır yazabilirsem artık:)
Yazıya ilk olarak aslında benim alıp ağacın altına yerleştirdiğim, bunlar İstanbul’dan, bunlar Brüksel’den geldi diyerek Selin’in açmasını beklediğim yılbaşı hediyelerine verdiği tepkileri fotoğraflarla belgeleyerek başlamak istiyorum. Artık o kadar çok şeye aklı eriyor ki sabah sabah henüz afyonum patlamamışken ve daha bir tane bile paketi açmamışken beni yine şaşırtmayı becerdi. Zaten bir gece önce yemekleri ve müziği rezalet olsa da, dostlarımızla birlikte geçirdiğimiz için çok mutlu olduğumuz güzel bir yılbaşı akşamı yaşamışız ve hala kendimize gelememişiz, hatun paketleri görüp heyecanla hemen açacağına, bana dönüp “bu hediyeyey nasıy geydi anne, ne zaman geydiyey anne, kim getiydi bunnayı anne?” gibi sorular sordu. Nihayet paketleri açınca da hangisiyle oynayacağını, okumaya hangi kitaptan başlayacağını şaşırdı.
Ocak ayının en gözde faaliyeti çok sevgili arkadaşı Ege’yle komşu olmamızın avantajını kullanarak yaptıkları akşam ziyaretleriydi. Çoook keyifli saatler geçirdiler.
Vakti zamanında yazılması elzem olduğu halde bir türlü yazamadığım ama 4 ay sonra bile olsa blogda mutlaka olması gerektiğini düşündüğüm meleğimin doğum günleriyle Ocak ayına noktayı koyacağım. Ayrıntılı bilgi almak ve şahane fotoğraflar görmek isteyenleri Umurcuğumun bloguna davet ediyorum.
Bu sene Ada’yla birlikte 24 yerine 22 Ocak’ta kutladı doğum gününü meleğim. Üzerinde geçen yılki doğum gününde Ela’nın hediye ettiği elbisesiyle çok şekerdi.
Canım arkadaşlarıma biraz erken gelmelerini söylediğim çok iyi olmuş. Çünkü resmen beni topladılar (bkz. fotoğraf). Onlar olmasaydı geçen seneki gibi yavruların resimlerini kullanarak yaptığım duvar süsünü asmamız mümkün olamayacaktı.
Bu sene sürpriz yaparak doğum gününe gelen ve “amanin bu kadar çocukla nasıl otururum, ben sonra yine gelirim şekerim” diyerek evine dönen, merhaba-hoşçakalın arasında hızlıca resimlerini çekebildiğim pisi anneannesiyle –ki Teo’nun anneannesidir, mutluluk pozları verdi kızım.
Bu senenin yeni modası da suratını şekilden şekile sokarak poz vermek.
Neredeyse bütün oyuncakların birer birer salona getirilip oynandığı bol gürültülü, bol kahkahalı ve inanılmaz ama bol sohbetli bir doğum günüydü. Gelip mutluluğumuzu paylaşan bütün arkadaşlarıma gecikerek de olsa kocaman teşekkürler ediyorum.
Meleğimin hediyesini açtığında suratının aldığı ifadeden çok sevindiğini görünce pek bir rahatlayıp “Aman aman, nihayet kız çocuğu olduğunu hatırlayıp bebeklerle oynamaya başlayacak galiba” diye düşünmüştüm. Maalesef bir hafta içinde hevesini alıp bu bebeğini de diğer bebeklerinin yanına koydu ve yine müzik aletleriyle oynamaya, boya ve kalemlerinin arasında kendini kaybetmeye devam etti.
Arkadaşları gittikten sonra başbaşa kalan kızlar çetesinin azgınlıklarını Umur harika fotoğraflarıyla belgelediğinden burada uzun uzun yazmıyorum. Selin o gün yine bir ilki gerçekleştirdi ve doğum günü şerefine ilk defa lolipop yedi. Sadece fotoğraflara bakıp aklımda kalanları netleştirirken Mira ve Banu’yu ne kadar özlediğimi buraya yazmadan edemedim.

Umurcuğumun lezzetli kurabiye, börek ve kek tariflerini yemek blogumdan okuyabilirsiniz. Doğum gününün diğer ikramları da burada.
Bu sene artık kreşe giden bir çocuk olduğundan bir de orada doğum günü kutlaması yapıldı Selin’e. Selin’in en sevdiği renk diye mavi elbiseli bir bebek hediye etmişler. Bu bebekle de topu topu 3 gün oynadı ve onu da diğer bebeklerinin yanına koydu. Anlattığına göre parti çok eğlenceli, pastası da çok lezzetliymiş:) Kreşin kuralları gereği ben sadece pasta tedarikçisi rolünü oynadım ve partiye katılmadım. Hem kreşte o yaş grubunda az sayıda çocuk olduğundan hem de sağlıklı olmasını istediğimden pastayı kendim yaptım. Tarifi için bkz.

8 Nisan 2011 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 35, 36

Bu hafta, geçtiğimiz aylarda çeşitli ve elde olmayan sebepler ve en önemlisi benim Cuma günü takıntım yüzünden tanıtamadığım iki kitap var. İlki T. İş. Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan, Sharon Rentta’ya ait MAVİ FİL TOMBİK. Bisiklete binmeyi bilmeyen ve arkadaşlarından habersiz öğrenmeye çalışan sevimli mi sevimli bir filin hikayesi. Arkadaşlığın değerine ve bisiklete binmenin ne kadar eğlenceli olduğuna dair çok güzel bir kitap. Çizimleri sıcacık, dili son derece yalın. Biz çok beğendik. Selin Tombik’in bisikletten düştüğü her sahnede “anne çok çok acımış gayiba” deyip üzüldü ama bir sonraki sayfayı gülerek inceledi. Selin’in tutkunu olduğu kitaplardan olmasa da raftan alıp “bunu okuyayım anne” dediği bir kitap. Bir Dolap Kitap’taki tanıtımı da hatırlamak isterseniz buyurun...

Haftanın diğer kitabı Redhouse Kidz’den Rachel Chaundler’in yazıp Bernaldo Carvalho’nun resimlediği DEVEKUŞU DUDU. Muhteşem Kuyruklu Dudu, kuyruğuna bir şey olmasın diye geceleri başını kuma gömüp uyur ve bir sabah başını kumdan çıkaramaz. Başı sıkışmıştır ve kimseye sesini duyuramaz. En sonunda annesi, babası, arkadaşları hep birlikte Dudu’nun başını kumdan kurtarır ama bedeli ağır olur. Artık Dudu’nun kuyruğu yoktur. Günışığının kuyruğundan bile güzel olduğunu zor bir yoldan öğrenen Dudu şöyle der: “Yalnızca devekuşlarının en sersemi, başı kuma gömülü uyur geceleri!” Gündüzleri bile çoğunluk başı kuma gömülü insanların yaşadığı pek sevgili memleketimde bu hikayeden ders çıkarabilecek kaç yetişkin vardır, merak ediyorum doğrusu!
Selin kitabın renklerini biraz koyu, sanırım biraz da donuk buldu ama hikayeye bayıldı. Kitabın renklerine alışması biraz vakit almış olsa da hikayeyi sevdiği için arada bir okuyoruz. Bu “arada bir” lafını, kitap eh, şöyle böyle diye değil, okunacak daha çok kitap olup sıra bu kitaba arada bir geldiği için kullandığımı da belirteyim.

5 Nisan 2011 Salı

Uzuuun Bir Aranın Ardından...

Bu kaddaar uzun bir ara verdikten sonra yeniden yazmaya başlamak zormuş gerçekten. Nereden başlasam bilemiyorum. Her şey birden aklıma üşüşüyor ve sıraya koymaya bile vakit bulamayacağım bir dönemden geçiyorum. En iyisi son durumdan geriye giderek yazmak.
Bendeki son durum şu: Yüksek lisansımı bitirdikten yaklaşık 8 sene sonra –ki bu 8 sene içinde evlendim, işimi ailemi arkadaşlarımı aziz İstanbul’umda bırakarak yaban ellere göçtüm. Sonra memleketin bozkır ortası güzide (!) Ankara’sına dönüp, şimdilerde 4 yaşından gün alan ve gittikçe daha da cadılaşan bir sevimli kız doğurup öylecene evde kala kaldım, düşünüp taşınıp Ankara’da gönlüme göre yapacak iş bulamayıp, yıllardan beri içimde ukte olan bir deliliğin içine girmeye, evet evet anladınız, doktora yapmaya karar verdim. Güzel memleketimde eğitimde bu aşamaya gelen insanlar dahi, adına ALES denen lise matematiğiyle dolu, dünyanın en garip sınavlarından birine girmek zorunda olduğundan, pazarda, manavda alışveriş yaparken bile işime yaramayacak bir dolu matematik formülünü hatırlamak zorundayım. Yani kısacası, evde oturmuş test çözüyorum. Bloglar açıldığından beri bir merhaba diyemeyişim de bu yüzdendir.
Eko anne Esra’nın Selindrella’sı, eski kod adıyla Munise yeni kod adıyla Zıpırellamız ise bir fasulye sırığı olarak bizi delirten keçiler üstü inadına, operacı mı olacak? dedirten ve bilhassa çok sevindiğinde veya fena halde helecanladığında koyverdiği yürek hoplatan çığlıklarına, son iki haftadır akşamları uyumamaya ve doğal olarak sabahları kalkamamaya vee elbette elinde kalem, bütün duvarları şaheserleriyle doldurmaya devam ediyor.
Selin’in arşa vuran müzik aşkının şimdilerdeki tezahürü olarak son talebi ise bir keman. Her hafta sonu gitmeye çalıştığımız Serkan Kırmızı’nın Binbir Çiçek Çocuklar Evi’nde düzenlediği “Davulumdan Masallar” adlı gösterisi ve davul atölyesi de Selin’in müzik yapma (?) aşkını kesemediğinden kemanın ardından çello, kontrbas, trompet, saksafon filan isterse şaşırmayacağım. Nasıl olsa her sabah ve her akşam başta davul ve org olmak üzere evdeki her şeyin müzik aletine dönüştüğü çılgın konserler dinlemeye alıştık artık. Konserlerinin açılış cümlesi de şu: Hoşgeydiniz güzey insanyay! (Garfield’ın Komedi Festivali filminden) Bugün biyikte Deyi Danayay Oykestyası’nı izeyeceyiz!
Ahhh Sırma ahh! Başımıza ne işler açtın!:))

Not: İlk fotoğraf, Su damlam, Adacığımın annesi, canım arkadaşım Umur’dan. (Papazın Bağı)
Diğerlerini ise Mart ayında 5 günlüğüne gittiğimiz (ayrıca yazacağım) Kemer’de çektim. (Ramada Otel)

23 Şubat 2011 Çarşamba

İşteeeee, Moliii veee Olaaaaf!

İtiraf ediyorum, yine hastaydım hatta hala hastayım. Neyse ki ekrana bakabilecek kadar düzeldim. Öncelikle size evimize geleli neredeyse iki hafta olan dünya sevimlisi iki karakteri tanıtmak istiyorum.
İşteeeee, karşınızda da da da da... Moliii ve Olaaaf!...
             
Bir Dolap Kitap’tan sevgili Banu’nun kendi şirinliğini aynen yansıttığı bu iki sevimli karakterle ilk kez Dolap’ta tanışmıştık. Bütün anneleri pek bir heyecanlandıran kitap çekilişinden sonra Banu’nun cincücebobinhizmetleri başlıklı bloguna bakarken yine gördüm onları. “Amanin, bunlar ne güzel olmuş” derken, öğrendim ki Banu işini bırakmış ve bu karakterleri çizmeyi kendine iş edinmiş. Ne kadar da iyi etmiş. Hiç durur muyum, tabii hemen iki tanesini (bkz. resimler) beğenip aldım, Selin’in odası için.
             
Bir kaç gün sonra Selin eve gelip yatağının üstündeki paketi görünce pek bir helecanlandı. “Anne bu ne, hediye mi bana?” derken paketi açmıştı bile. Resimleri o kadar beğendi ki, bakıp bakıp kahkahalar attı. Yatana kadar onlarla konuşup odasını, oyuncaklarını, kitaplarını tanıttı. O gece Moli, Olaf ve Selin birlikte koyun koyuna uyudular. Ancak derin uykuya geçtiğinde elinden alabildik resimleri.

Banu’nun bloguna mutlaka bir bakın, derim. Eminim siz de kuzucukların odalarına uygun bir "Moli ve Olaf" bulabilirsiniz.

Bu arada için rahat olsun, Banucuğum. Selin, Moli ve Olaf’a çoook iyi bakıyor. Her sabah “günaydın Moyi, günaydın Oyaf” diyerek güne başlıyor. Bir de bazen yatmadan önce "bu akşam şu tipakı seçtim (bu sırada kitaplığın üstündeki resme seçtiği kitabı gösteriyor). Annem okuyken siz de dinyeyin bakayım!" demesi yok mu?:)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails