7 Temmuz 2010 Çarşamba

Belek Tatili

Geçen hafta cumartesiden perşembeye tadı damağımızda kalan kısa bir Belek tatili yaptık ve Club Ali Bey’e gittik. Tesis hakkında ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü çocukla gidilip memnun kalınabilecek maalesef çok az yer var. Tesis gerek çocuk dostu yaklaşımı ve engellilere hitap eden tasarımıyla gerek mutfağıyla ayrı bir yazıyı hak ediyor. Buradan sevgili arkadaşım Banu’ya ve Asterya Turizm’e teşekkür ederim(z).
Gelelim tatile...Tesise varır varmaz ilk önce bilgilendirildik. Odaların yerlerini değiştirtip denize ve restorana yakın bungalowlara yerleştik. Yatak meselelerini de halledip yorgunluktan perişan halde kendimizi uykuya teslim ettik. Akşam üzeri uyanıp bir de denizle tanışalım dedik ama deniz öğleden sonraları çok dalgalı olduğundan Selin korkabilir diye havuzda karar kıldık. Önce ben girdim ve simidini beklemeden kucağıma atlayıverdi meleğim. Pek ümit verici bir açılış oldu diye düşündük. Akşam yemeğinden önce Selin sanki evinin bahçesinde dolaşıyormuşcasına rahat, aldı başını gitti. Nerdesin kızım dediğimizde “etyafı tanıyoyum anne” dedi:)
Ertesi gün Teo ve ben arkadaşlarımız sayesinde birlikte denize girebilirken (bu esnada onlar da Selin’e göz kulak oldular) Selin hanım narin poposu rahatsız olmasın diye kuma oturmak istemedi. Sorunu yere havlu sererek çözdük ama gölgede bir yere. Kumlar sıcak geldiği için oynayamıyormuş! (Kum çok sıcak anne, oynammıyoyum.) Ne zaman denize girelim mi diye sorsam "daa sona anne"cevabını aldım ve maalesef sonraki bütün günler bu cevapla geçti. Selin sadece tesisten ayrılmadan iki gün önce tam öğlen güneşinde, poposu suya kuma değmesin diye bacağıma oturup, bana felç oldum galiba derdirterek denizle tanıştı. Biraz biraz dalgalara alıştı ama denizin temiz olmasına rağmen bulanıklığına “bu su pis anne” ve ılıklığına “bu deniz sıcak anne” diyerek tepki verdi ve katiyen girmedi. Dalgalar kıyıya vurdukça ortaya çıkan köpüklerden de hiç haz etmedi. Bu deneme maalesef güneş alerjim yüzünden her tarafımın kabarmasına mal oldu. Hala kaşınmamak için irade gösterileri yapıyorum.
Hakikaten Ayvalık’ın çivi gibi suyundan sonra hepimize ılık geldi deniz. Selin’in Ayvalık’ta denize bir girdi mi dakikalarca çıkmak istemeyişinin sebebini de çözdüm. Benim kızım soğuk suya düşkün ve bu durumu denizi ve havuzu ılık bulup soğuk duşun altından çıkmayarak teyid etti.
Tesiste her gece bir animasyon gösterisi vardı. İlk gece Aslan Kral’ı izledik. Kostümler, dekorlar, danslar bir tatil köyü için çok üst düzeydeydi. Bir ara seyirciler arasından geçerek sahneye ilerleyen fili (kostümdü elbette) görünce meleğim hafiften korkup babasının kucağında etrafı dolaştı ama o esnada bile sürekli sahneye bakıyordu. En sonunda fil sahneye ulaştı, iki dönüp dans etti ve sahneden ayrıldı. Selin de masaya geri geldi. Tatil bitene kadar her gece gösteri öncesi filin gelmeyeceğini garantilemek için “fiy neede anne?” diye sordu. Benden “Ooo, fil gideli çok oldu, başka çocuklarla oynuyor şimdi” lafını duyunca gülerek rahatladı. Ertesi gün Madonna şarkılarıyla yapılan bir dans gösterisi seyrettik. Üçüncü gün Güzel ve Çirkin’i oynadılar. Sonraki gün farklı müzikler ve farklı dans gösterileri vardı. Selin tüm gösterileri neredeyse gözlerini kırpmadan seyretti. Biz sahneden en uzak yerlere kaçmaya çalışırken Selin sürekli sahneyi iyi görebileceği yerlere gitmeye çalıştı.
Selin’in bilhassa yemek zamanı restoranda şiddetle nükseden bu alıp başını gitmelerine servis elemanları bizden önce alıştı. Öyle ki Selin restoran dışına çıkıp tam karşıdaki bahçeye konmuş şirinler, yedi cüceler ve bilumum hayvan heykelleriyle oynamaya gittiğinde gözleriyle takip eder olmuşlardı. Ben de Selin gezmeyi seviyor diye “git gez ama arada bir yanıma gel ve burdayım anne de bana” tembihinde bulundum, O da beni hayretler içinde bırakarak sözümü dinledi. Ama bir akşam Selin uzun süre yanıma gelmeyince kalkıp bakayım dedim. Restoran ve bahçede bulamayınca Teo’yla aramaya başladık. Tesis çoook büyük değil ama olabileceği yerlere bakıp bulamayınca telaşlanmaya başladım. Saniyeler içinde insanın aklına ya havuzun kenarında ayağı kayar da düşerse ya oyun parkında yeni merak saldığı aletten düşer de boynunu incitirse ve en fenası ya birileri alıp bir yerlere götürürse gibi korkular üşüşüyor. Yaklaşık 4-5 dakika kadar bulamadık zıp zıp kızımızı. Meğerse bahçenin yanındaki markete girmiş. İki kere ben iki kere de Teo önünden geçtik ama içeriye bakmadık. Halbuki sabah denize giderken uğramıştık ama aklıma gelmedi işte. Çok şükür ki hemen bulduk meleğimi ama o 4-5 dakika içinde ömrümden ömür gitti. Restorana döndüğümde onu masada oturmuş bana muzip muzip gülerken bulunca, hafiften kendimi kaybeder gibi oldum ve bir daha hiç yapmayacağım bir şeyi yapıp sol elinin üzerini azıcık çimdikledim. Korkup ağlamaya başladı ama korkma sebebi çimdiğim değil sanırım yüz ifademdi. Arkadaşlarımızın dediğine göre bembeyaz olmuşum. Gece olunca gündüz uyumadığından pusette uyuya kaldı. Ben de seneler sonra okey oynadım arkadaşlarla. Kendimde miydim? Elbette, hayır!
Sonraki günler fırsat buldukça Teo’yla dönüşümlü olarak denize/havuza girmekle, Selin’in peşinden koşmakla ve meleğimin oynarken kumla dolan havlusunu sık sık temizlemekle geçti. Ben boşuna “saray gelini” demiyorum kızıma:) Buna bir de özgür ruhunu, bazen arşa vuran asiliğini ve de zıpırlığını eklersek, gelecekte halim ne olur hiç bilemiyorum ve henüz tahayyül dahi etmek istemiyorum:)

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Hoşgeldin!

Size bugün geçen hafta gittiğimiz Belek tatilini anlatmak istiyordum ama önceliği dün sabah aldığımız güzel habere vermek istedim. Ben dün ikinci kez büyük teyze oldum. Büyük ablamın oğlu, ilk gözağrımız Yalçın'ımın ve Ece'ciğimin bir kızı oldu.

Yaklaşık 22 ay önce Yasoşumun (kızımın deyişiyle Yasemen'in) oğlu, dünya tatlısı Deniz’imin gelişiyle ilk kez tattığım bu duyguyu ikinci kez yaşamak harikaymış! Meleğim de, Deniz ve kuzeni Leo’dan sonra üçüncü kez ve bu sefer bir kız kardeş sahibi oldu. Dün bebeğin doğduğunu söylediğimde "kaadeş gedi anne" diyerek kocamaaan gülümsedi bana.
Bebişe isim ararlarken Yalçın’ın uzak yol kaptanı olmasını göz önüne alıp Miracığım gibi tatlı bir kız olur inşallah diyerek adını önermiştim. Ece çok beğenmiş, Yalçın "ama Elif de güzel" demişti.
İşte karşınızda ailemizin en küçük ferdi. Bahtın kısmetin açık, ömrün upuzun olsun. Günlerin sağlıkla, mutlulukla, sevdiklerin arasında geçsin. Hoşgeldin Elif Mira!

2 Temmuz 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 21

Bu haftanın kitabı annelerin Bay Bay Bezim kitabından tanıdığı Debra Menase/Iidih Wanha ikilisine ait, Çitlembik Yayınları’ndan hem İngilizce hem de Türkçe basılan GÖKKUŞAĞI. Kitabın tanıtım yazısında 2-6 yaş arası çocuklara gökkuşağı aracılığıyla renkleri tanıtmayı amaçladığı belirtilmiş. Öykü sevimli bir kız çocuğunun ağzından anlatılıyor ama sanki birdenbire başlıyor gibi. İlk iki cümle şöyle: Yağmur kesildi ve güneş açtı. Birden gökyüzünde renkli bir şey gözüme çarptı. Ardından gelen cümlede de renkli bir kuşağın gökyüzünün bir ucunu diğer ucuna bağladığını söylüyor küçük kız. Gökyüzünün hangi ucu başka hangi ucuna bağlanır bir gökkuşağıyla, pek anlamadım doğrusu. Sonraki sayfada da gökkuşağının üzerinde koşmak istediğini ama başını sonunu bulamadığını söylüyor. Biz çocukken gökkuşağının üzerinde değil altında koşmak isterdik hatta altından geçmek istediğimiz bir kemer gibi görürdük. Hoş, ben hala öyle görüyorum ya:) Sonrasında gökkuşağı kaybolurken renkleri hatırlamak için bazı şeylere(!) benzetiyor. Elma, gökyüzü, güneş ve çimen örnekleri gayet yerinde ama elindeki lolipop ve üzerindeki tişört örnekleri pek hoşuma gitmedi. Mesela turuncu için bir balık, mor için bir menekşe örnek verilebilirdi. Kitap gayet esprili bitiyor. Çizimler güzel, renkler canlı. Sadece küçük kız hem kitabın kimlere adandığını belirten hem de en son sayfada yer alan çizimde biraz gülümsüyor olsaymış daha güzel olurmuş.
Selin’e bu kitabı ilk defa deniz kenarında (geçen hafta beş günlüğüne Belek’teydik, ayrıca yazacağım) yakın arkadaşlarımızın kızı, Selin’in pek sevgili İpek ablası okudu. Galiba da 3-4 defa üst üste okundu kitap. Daha sonra odada beraber okuduğumuzda Selin lolipopun ne olduğunu sordu. Evirip çevirip bir şeyler söyledim. Kitabın sonunda da küçük kızın yüzüne bakıp “ne biçim bi kıj bu anne, gümüyo” dedi. Fakat mor için örnek verilen tişörtün üzerindeki gülen kediyi çok sevdi. Bir de küçük kızın rüya gördüğü sayfada gökkuşağının üzerinde duruyormuş gibi çizilen kuşa –ki ben heyecanla “Aa, kuşun orda ne işi var?”dediğimde gayet sakin bir ses tonuyla “bu maatı anne” diyerek beni düzeltti, yelkenliye, uğur böceklerine ve yarısı görünen kediye bayıldı. Hatta kedinin kafasını gösterip “vucudu neede anne” diye sordu. Selin renkleri epey uzun zamandır bildiği için kitabın renkleri öğrenmesine herhangi bir yardımı olmadı. Kitabı o gün okuduktan sonra da bir daha kapağını açmadı. Sanırım beğenmediğinden değil, doğrusu fırsat bulamadı. Selin’in topu topu 5 günlük tatile kendisi için 4, çocuğu için de 8 (yazıyla sekiz) tane kitap taşıyan bir annesi var da...:)

25 Haziran 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 19, 20

Bu haftanın ilk kitabı Selin henüz 8-9 aylıkken kitapçıda görüp, bir çırpıda okuyup çok çok beğendiğim ama almak için biraz daha beklemeliyim diyerek kendimi tuttuğum bir kitap. Bu sefer Beyoğlu’nda yürürken ve sırayla bütün kitapçılara uğrarken YKY’ye de uğramadan olmazdı tabii. İçeriye girer girmez doğru çocuk kitaplarının olduğu bölüme yürüdüm. Yanımda duran kadın şaşkınlıkla yüzüme bakınca suratımdaki kocaman gülümsemeyi fark ettim. Kitabı görünce nasıl sevinmişsem artık:) Aynı yüz ifadesi kasada paramı öderken de devam etti. Çünkü yine tüm kitaplardan %25 indirim yaptılar. Bir kaç ay önce Ankara’daki YKY kitapçısına uğradığımda, kalmadığını söylemişlerdi. Kitabı bulamayacağım diye bayağı üzülmüştüm. Neyse ki 3. Baskısını yapmışlar. Eveeet, kitabın adı YAVRU AHTAPOT OLMAK ÇOK ZOR. Sara Şahinkanat’ın küçükken giydirilmesi hiç kolay olmayan oğlu Tan için yazdığı harika bir masal bu. Tabii ki Feridun Oral resimlemiş ve ortaya çok güzel bir kitap çıkmış. Feridun Oral’ın çizimleri üzerine bir şeyler yazmaya gerek yok herhalde:) Sara Şahinkanat’ın öykücülüğü de gerçekten övgüye değer. Gayet sevimli, sade, anlaşılır ve kafiyeli cümleler kullanmış. Kitabın konusuna gelince; küçük Nino her gün giysilerini sekizer delikten geçirmekten bıkmış, yılan balığı olmak isteyen bir ahtapot. Ama bir gün sekiz kolu sayesinde yılan balığının yüzlerce yumurtasını kurtarıyor ve bir anda kahraman oluyor. O günden sonra da ahtapot olduğu için hiç yorulmuyor ve kendiyle gurur duyuyor.
Selin kitabı ilk okuduğumda sekiz kolla giyinmenin ne kadar güç olduğu meselesine taktı. Sonra kitabı bana anlatırken kitapta olmadığı halde Nino’nun giyinirken ağladığını söyledi. Kendisi bazen bluzunun kollarını geçiremediğinde mızmız ağlaması yapıyor da. Bir de Nino’nun kahraman olduğu sayfada çeşit çeşit balık ve tabii yunus resmi var. Kitabı “oku anne yüfen” diye her getirişinde önce o sayfayı açıp uzun uzun inceliyor, sonra bana veriyor ve hemen oracıkta sayfadaki yunus, deniz atı, ahtapot ve balıklarla ilgili başka bir öykü uyduruveriyor. Bence her çocuğun kitaplığında olması gereken bir kitap.
İkinci kitap, Selin’le birlikteyken inceleme gafletinde bulunduğum ve sırf kırmızı bir karınca gördüğü için “ayayım anne” diye ısrar edip aldırdığı YAVRU KARINCA kitabı. Gülsüm Cengiz yazmış ve Gökçe Akgül resimlemiş. Say yayınları da basmış. Kırmızı yavru karıncanın kendisi büyüklüğünde bir ekmek kırıntısını yuvasına taşımasını sağlayan başarma azmini anlatıyor kitap. Resimleyenin resim değil de grafik eğitimi aldığını düşündüm nedense. Karıncaların biraz daha sevimli çizilmesi de mümkün olabilirdi. Aldıktan sonra kapağında 7 yaş ve üstü için tavsiye edildiğini gördüm. O yaş grubu için uygun olabilir tabii ama 2,5 yaşında bir kız için böyle büyük bir gayret hikayesinin biraz fazla kaçabileceğini düşündüm. Selin kırmızı karıncaya bayıldığı için okudum tabii ama epeyce değiştirerek. Bir kaç hafta boyunca da her gece yattığımızda karıncanın hikayesini, içine Selin’in Sina ve Akın dedelerini katarak ve Selin’i parkta Caillou ve kardeşi Rosie ile karşılaştırıp top oynatarak anlattım. Kitabın öyküsünde yaptığım değişiklik ise şöyle: Kırmızı karıncanın ekmek kırıntısı taşıdığını gören anne ve babası çok şaşırırlar ve onu takdir ederler. Ama ona, yiyecek taşımak için henüz çok küçük olduğunu ve vaktini gelişip güçlenmesi, büyümesi için yemeklerini yiyip, uykusunu uyuyarak, çok kitap okuyarak ama en önemlisi bol bol oynayarak geçirmesi gerektiğini söylerler. Küçük karınca da arkadaşlarıyla oynamayı çok istediği halde yorgun olduğunu fark eder, anne babasına büyümeyi bekleyeceğini söyler ve yuvasına gidip mışıl mışıl uyur.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Selin'in Kıyafetleri

Esra geçen hafta bir mim göndermiş bana. Bir öncekini cevaplamaya vakit bulamamıştım diye bu seferkini hemen (!) yazdım ve işte aşağıda cevaplarım. Galiba hepimiz az çok birbirine benzer şeyler yazmışız.

1-Nasıl Giydiriyorsunuz?
Özel bir şey yapmıyorum. Giyeceklerini Selin seçiyor. Bazen bir kaç şeyi birlikte giymek istediğinde seçenekleri ikiye indiriyorum. Böyle yapmazsam, mesela dışarısı 35 dereceyken külotunun üzerine, sırf üzerinde Kitty var diye, uzun kollu bir bluz ve mont giymek isteyebiliyor. Ben spor giyindiğim için kızıma da spor kıyafetler alıyorum. Artık giysi alışverişine birlikte gittiğimizden ayakkabı, mont gibi yüklü rakamlar tutan riskli şeyleri mutlaka Selin’e danışarak ve ‘alalım anne’ dediğini duyarak alıyorum. Çünkü dolapta benim alıp geldiğim ve kendisi seçmediği için giymek istemediği giysileri var.

2-Marka mı? Pazar mı? Semt butiği mi? Nerelerden alışveriş yapıyorsunuz?
Marka mağazalardan (Mothercare, Zara) genellikle indirim dönemlerinde bir sonraki yaş için alışveriş yapıyorum. Mont, bot, ayakkabı, cici bici elbiseler, pantalon gibi giysilerde markayı tercih ediyorum. Ama günlük kıyafetlerini Sosyete Pazarı’ndan alıyorum. Selin katiyen önlük kullanmayan ve 11 aylıktan beri ben yiceem, ben içceem diyen bir çocuk ve hiç bir leke çıkarıcı zeytinyağlı fasülye lekesini çıkarmıyor mesela. Hele yazın meyve lekelerinden gına geldi. Bu yüzden bütün günlük kıyafetlerini pazardan veya C&A’dan alıyorum. Bazen ben de Esra gibi organik markaların Markafoni veya Limango'daki ürünlerinden alıyorum. Bir de aile üyelerinin ve bilhassa babaannesinin Brüksel’den aldığı harika şeyler var.

3-Terlik mi? Sandalet mi ?
Selin terlik giymez. En son İstanbul’da bir terlik aldık ama ayağında tutmak için o kadar gayret sarf etti ki, sonunda sıkılıp çıkardı ve yine çıplak ayakla dolaştı. Geçen sene yazın crocs almıştım, çok rahat etti. Kışın da terlik olarak kullandı. Bu sene de aynı şeyi yapacağım, sanırım. Yazın Selin’in ayağında ayakkabı durmaz. Bir yere oturur oturmaz hemen çıkarıveriyor. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Gezer’den günlük kullanım için (park, bahçe vs.) keten pabuç aldım. Şimdilerde çok rahat ettiğinden her yere onu giymek istiyor.

4-Haftada 3-5 defa makine döndüren çamaşır canavarlarının cicilerini ütülüyor musunuz?
Evet, ütüleniyor. Haftada bir gün gelen yardımcımız öncelikle Selin’in kıyafetlerini ütülüyor. Tatildeyken penye şort veya askılı bluzlarını ütülemiyorum. Giymesiyle çıkarması arasında yarım saat geçerse ne kadar uzun giydi deyip hayret ediyoruz çünkü.
5-Şapka sorun mu? Nasıl çözüyorsunuz ?
Selin kafasında toka tutmaz ama nedense şapkayı çok seviyor. Hem de öyle çok afilli olanlarını. Bir tane şapka da katiyen yetmiyor. Geçen sene tam dört şapkası vardı. Birini ben örmüştüm. Bu sene de babaannesi iki şapka daha getirince yine dört tane oldu. Doğal olarak denizde de çıkarmıyor şapkasını.

6-Malum deniz mevsimi açıldı? Mayo kullanıyormusunuz? Öneriler?
Evet. Geçen sene genellikle altında bez, üstü çıplak şekilde dolaşmıştı, kumda oynamıştı ama denize girerken mutlaka bikinisini giymek istedi. Beni görüp etkilendi diye düşündük. (Evet evet, bu halimle bikini giymekte ısrar ediyorum, hala...) Ama tek bikiniyle hakikaten zor oldu. Geçen sene, sezon ortasında doğru düzgün bir bikiniyi sadece Zara’da bulabilmiştim. Bu sene de belki bulamam diye, sezon daha başlamamıştı, Joker’den bir İspanya markası olan Pio Mare bikini aldım. Sonra Zara’da Kitty’li mayo bulunca onu da hemen aldım. Joker’den aldığımı iade etmek istedim ama babası “bırak kalsın, bu da çok güzelmiş” dedi. İyi ki iade etmemişim, Zara’dan aldığım birazcık büyük geldi.
Bilmiş kızımın alışverişe dair laflarıyla bitireyim yazıyı. Malum bugün sosyete pazarı günü. Biz de Selin’le, kendime ve babasına günlük kullanım için t-shirt almaya gittik. Alışverişi bitirdim ve “hadi, gidiyoruz meleğim” dedim. Bana “omaj anne!” diye itiraz etti. “Neden?” diye sorduğumda gayet ricacı bir ses tonuyla “babaya buyuz adık, anneye buyuz adık, Seyin’e amadık. Bana da buyuz ayayım anne” dedi:) Kahkahadan dağılmış vaziyette her zaman alışveriş yaptığımız tezgaha yöneldim. İlk defa oldu bu. Benden ona da bir buyuz almamı istedi. Tabii ki bir taneyle kalmadı beğendikleri. En sonunda “iki buyuz ve bi ebise”ye razı ettim. Çıkarken yeni bluzlarının durduğu torbayı ne bana verdi ne de pusetinin arkasına koydurdu. Eve girene kadar da elinden bırakmadı:)

18 Haziran 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...-17, 18

Geçen haftadan bu haftaya kalan kitabı, son dönemde okuduğumuz en sevimli Türk(iye) yapımı çocuk kitabı olarak ilan ediyorum: LİMON AĞACININ ŞARKISI. Bu güzel kitabı Arslan Sayman yazmış, Deniz Üçbaşaran resimlemiş, Redhouse Kidz’de yayımlamış. Kitabın konusunu anlatmak yerine ilk sayfasında yer alan satırları aktarıyorum. Kitaba neden bayıldığımızı en iyi bu satırlar anlatır herhalde.



Dalımda bir kanarya
Şakıyıp duruyordu
Birden şunu fark ettim
Bir şarkı söylüyordu

Önce biraz dinledim
Sonra ona seslendim
“Bu şarkıyı bana da
Öğretir misin?” dedim.

Ağırlıklı olarak pastel renkler, yeşilin ve sarının tonları kullanılmış. Çizimler çok güzel, net, sade. Selin’e yatmadan önce okudum bu kitabı ilk defa. Sonra ışığı kapatıp çıktım. 2 dakika sonra “Anne! Anne!” diye seslendi. “N’oldu canım?” diyerek odasına girdiğimde “Anne bi daa limon aacının şaakısını oku, yüffen” dedi. Elimde küçük el feneriyle yatağın yanına oturup 3 kere daha okudum kitabı. Ertesi sabah “Şarkı söyleyelim mi tatlım?” diye sorduğumda “evet anne, limon aacının şaakısını söyeyeyim beyabey” dedi. Artık her gün en az bir kere okuyoruz bu kitabı.

Bu haftanın kitabı, Ankara’da arayıp bulamadığım ve hazır İstanbul’a gitmişken ve nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde Beyoğlu’na yolum düşebilmişken, bilhassa İngilizce çocuk kitapları konusunda gerçek bir hazine olan Pandora’dan aldığım, BİSİKLET, KIZAK ve VAPUR. Kitap Tudem Yayınları’ndan ve Hırvat ressam Svjetlan Junaković’e ait. Bu kitapla daha doğrusu seriyle ilgili daha önce Umurcuğum iyi şeyler yazmıştı ve sanırım bir ara, sevgili Füsun da bu kitapla ilgili bir şeyler yazacağından bahsetmişti. Epeydir de alınacaklar listesinin başında duruyordu. Bulmuşken kendimi tutamayarak “Çayır, Ahır ve Çiftlik Evi” kitabını da aldım. Aldığım diğer kitapları da –ki itiraf ediyorum, azıcık kendimi kaybettim ve abarttım, Selin’e okuyup tepkilerini gördükten sonra tanıtacağım sırayla. Son üç gündür hani “elinden düşürmedi” tabiri var ya, Selin aynen o halde dolaşıyor evin içinde. Yemek yerken, tuvaletteyken ve hatta oynarken… Öyle ki yatmadan önce defalarca okuttuğu yetmiyormuş gibi bir de koynuna alıp uyuyor. Açıkçası kitabı ben de çok beğendim ama çeviriye biraz daha özen göstermeleri gerekirdi diye düşünmeden de edemedim. Tabii yine redaktör gözüyle okuduğumdan çok önemli bulduğum bir hatayı da söylemeden duramayacağım. Maalesef bu kitapta da fok yerine fok balığı denilmiş. Sanırım kafiye olsun diye…

Bu arada bir önceki kitap tanıtımı yazımda Sevgili Behiç’in (Ak) Karadeniz’deki Yunus kitabıyla ilgili naçizane uyarımı Can Çocuk dikkate almış ve bir yorum göndererek (bkz. yan sütun) bir sonraki baskıda düzeltileceğini belirtmiş. Çok memnun oldum. Umarım Tudem de bu yazımı dikkate alıp bir sonraki baskıda bu önemli hatayı düzeltir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Diş Macunu Mucizesi


Epey bir zamandır kızımın diş fırçalamak istememesi üzerine bir iki satır yazıp annelere akıl danışacaktım. Hani uzuuun ikna konuşmaları yapmadan, dişler üzerine piyasada var olan ve benim pek de beğenmediğim kitapları okumadan ve de en önemlisi oraya buraya çıkartma yapıştırmadan (Selin yapıştırdığı bütün çıkartmaları yerinden söküp sonra tekrar tekrar yeniden yapıştırmak istiyor da...) bu işe alıştırmanın bir yolu var mıdır acaba diye. Ama geçen hafta itibariyle hiç birine gerek kalmadı. Nasıl mı? Çocuklar için üretilen ve sevgili diş hekimimizin kendi yeğeni için de önerdiği, Umurcuğumun da çok memnun olduğunu belirttiği ( adı Ordu’nun O’suyla başlayıp Bursa’nın B’siyle biten) marka diş macununu alıp kullanmaya başladık ve diş fırçalamak bir anda mühim bir mesele olmaktan çıkıp akşamın en eğlenceli aktivitesine dönüştü. Hatta Selin abartarak hayal dahi edemediğim bir şeyi yapmaya, her öğünden sonra diş fırçalamaya başladı. Önceleri yutar tüküremez diye endişelenmiştim ama çok değil üçüncü fırçalamada ben söylemeden kafasını lavaboya uzatıp gerekeni yaptı.
2. Yaşını doldurduğunda rutin kontrole gitmiştik. Doktorumuz diş hekimine azılar tamamen çıkınca götürmemizin daha iyi olacağını söylemişti ve maalesef daha Ocak ayında ön dişlerinde lekeler başlamıştı. Hiç bir ilaç kullanmadığı halde. Resimlerin bazılarında çok bariz şekilde görünüyor zaten. Biz de beklemeye başladık. İkinci azılar çıkarken sadece iki gece 15-20 dakika huysuzluk yaptı. Sonrasında dişler ne zaman çıktılar, bilemedik. Geçenlerde kocaman bir kahkaha attığı sırada dişlerinin hepsini görme şansım oldu ve fark ettim ki ikinci azılar tamamen çıkmış. Bunun üzerine henüz diş hekimine gidemedik ama macun kullanmaya başladık. Lekeler de macun kullanımıyla birlikte inanılmaz derecede azaldı.
Önceleri “Sen! Sen! (yani ben ben)” diye kendini paralar, çok nadiren dişlerini bana fırçalatırdı. Macunla kendisi bir kez denedi ve benim fırçalamam daha hoşuna gitti. Artık macunu fırçaya koyar koymaz sırıtık yüz ifadesini takınıyor. Sadece bir kere, dişlerini böyle daha rahat görebildiğimi söylemiştim:)

Not: Biliyorum, fotoğraflar konuyla alakasız ama uzun zamandır bloga koymak istiyordum. Baktım uzuyor, bu yazıyı uygun buldum.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails