2 Temmuz 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 21

Bu haftanın kitabı annelerin Bay Bay Bezim kitabından tanıdığı Debra Menase/Iidih Wanha ikilisine ait, Çitlembik Yayınları’ndan hem İngilizce hem de Türkçe basılan GÖKKUŞAĞI. Kitabın tanıtım yazısında 2-6 yaş arası çocuklara gökkuşağı aracılığıyla renkleri tanıtmayı amaçladığı belirtilmiş. Öykü sevimli bir kız çocuğunun ağzından anlatılıyor ama sanki birdenbire başlıyor gibi. İlk iki cümle şöyle: Yağmur kesildi ve güneş açtı. Birden gökyüzünde renkli bir şey gözüme çarptı. Ardından gelen cümlede de renkli bir kuşağın gökyüzünün bir ucunu diğer ucuna bağladığını söylüyor küçük kız. Gökyüzünün hangi ucu başka hangi ucuna bağlanır bir gökkuşağıyla, pek anlamadım doğrusu. Sonraki sayfada da gökkuşağının üzerinde koşmak istediğini ama başını sonunu bulamadığını söylüyor. Biz çocukken gökkuşağının üzerinde değil altında koşmak isterdik hatta altından geçmek istediğimiz bir kemer gibi görürdük. Hoş, ben hala öyle görüyorum ya:) Sonrasında gökkuşağı kaybolurken renkleri hatırlamak için bazı şeylere(!) benzetiyor. Elma, gökyüzü, güneş ve çimen örnekleri gayet yerinde ama elindeki lolipop ve üzerindeki tişört örnekleri pek hoşuma gitmedi. Mesela turuncu için bir balık, mor için bir menekşe örnek verilebilirdi. Kitap gayet esprili bitiyor. Çizimler güzel, renkler canlı. Sadece küçük kız hem kitabın kimlere adandığını belirten hem de en son sayfada yer alan çizimde biraz gülümsüyor olsaymış daha güzel olurmuş.
Selin’e bu kitabı ilk defa deniz kenarında (geçen hafta beş günlüğüne Belek’teydik, ayrıca yazacağım) yakın arkadaşlarımızın kızı, Selin’in pek sevgili İpek ablası okudu. Galiba da 3-4 defa üst üste okundu kitap. Daha sonra odada beraber okuduğumuzda Selin lolipopun ne olduğunu sordu. Evirip çevirip bir şeyler söyledim. Kitabın sonunda da küçük kızın yüzüne bakıp “ne biçim bi kıj bu anne, gümüyo” dedi. Fakat mor için örnek verilen tişörtün üzerindeki gülen kediyi çok sevdi. Bir de küçük kızın rüya gördüğü sayfada gökkuşağının üzerinde duruyormuş gibi çizilen kuşa –ki ben heyecanla “Aa, kuşun orda ne işi var?”dediğimde gayet sakin bir ses tonuyla “bu maatı anne” diyerek beni düzeltti, yelkenliye, uğur böceklerine ve yarısı görünen kediye bayıldı. Hatta kedinin kafasını gösterip “vucudu neede anne” diye sordu. Selin renkleri epey uzun zamandır bildiği için kitabın renkleri öğrenmesine herhangi bir yardımı olmadı. Kitabı o gün okuduktan sonra da bir daha kapağını açmadı. Sanırım beğenmediğinden değil, doğrusu fırsat bulamadı. Selin’in topu topu 5 günlük tatile kendisi için 4, çocuğu için de 8 (yazıyla sekiz) tane kitap taşıyan bir annesi var da...:)

25 Haziran 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...- 19, 20

Bu haftanın ilk kitabı Selin henüz 8-9 aylıkken kitapçıda görüp, bir çırpıda okuyup çok çok beğendiğim ama almak için biraz daha beklemeliyim diyerek kendimi tuttuğum bir kitap. Bu sefer Beyoğlu’nda yürürken ve sırayla bütün kitapçılara uğrarken YKY’ye de uğramadan olmazdı tabii. İçeriye girer girmez doğru çocuk kitaplarının olduğu bölüme yürüdüm. Yanımda duran kadın şaşkınlıkla yüzüme bakınca suratımdaki kocaman gülümsemeyi fark ettim. Kitabı görünce nasıl sevinmişsem artık:) Aynı yüz ifadesi kasada paramı öderken de devam etti. Çünkü yine tüm kitaplardan %25 indirim yaptılar. Bir kaç ay önce Ankara’daki YKY kitapçısına uğradığımda, kalmadığını söylemişlerdi. Kitabı bulamayacağım diye bayağı üzülmüştüm. Neyse ki 3. Baskısını yapmışlar. Eveeet, kitabın adı YAVRU AHTAPOT OLMAK ÇOK ZOR. Sara Şahinkanat’ın küçükken giydirilmesi hiç kolay olmayan oğlu Tan için yazdığı harika bir masal bu. Tabii ki Feridun Oral resimlemiş ve ortaya çok güzel bir kitap çıkmış. Feridun Oral’ın çizimleri üzerine bir şeyler yazmaya gerek yok herhalde:) Sara Şahinkanat’ın öykücülüğü de gerçekten övgüye değer. Gayet sevimli, sade, anlaşılır ve kafiyeli cümleler kullanmış. Kitabın konusuna gelince; küçük Nino her gün giysilerini sekizer delikten geçirmekten bıkmış, yılan balığı olmak isteyen bir ahtapot. Ama bir gün sekiz kolu sayesinde yılan balığının yüzlerce yumurtasını kurtarıyor ve bir anda kahraman oluyor. O günden sonra da ahtapot olduğu için hiç yorulmuyor ve kendiyle gurur duyuyor.
Selin kitabı ilk okuduğumda sekiz kolla giyinmenin ne kadar güç olduğu meselesine taktı. Sonra kitabı bana anlatırken kitapta olmadığı halde Nino’nun giyinirken ağladığını söyledi. Kendisi bazen bluzunun kollarını geçiremediğinde mızmız ağlaması yapıyor da. Bir de Nino’nun kahraman olduğu sayfada çeşit çeşit balık ve tabii yunus resmi var. Kitabı “oku anne yüfen” diye her getirişinde önce o sayfayı açıp uzun uzun inceliyor, sonra bana veriyor ve hemen oracıkta sayfadaki yunus, deniz atı, ahtapot ve balıklarla ilgili başka bir öykü uyduruveriyor. Bence her çocuğun kitaplığında olması gereken bir kitap.
İkinci kitap, Selin’le birlikteyken inceleme gafletinde bulunduğum ve sırf kırmızı bir karınca gördüğü için “ayayım anne” diye ısrar edip aldırdığı YAVRU KARINCA kitabı. Gülsüm Cengiz yazmış ve Gökçe Akgül resimlemiş. Say yayınları da basmış. Kırmızı yavru karıncanın kendisi büyüklüğünde bir ekmek kırıntısını yuvasına taşımasını sağlayan başarma azmini anlatıyor kitap. Resimleyenin resim değil de grafik eğitimi aldığını düşündüm nedense. Karıncaların biraz daha sevimli çizilmesi de mümkün olabilirdi. Aldıktan sonra kapağında 7 yaş ve üstü için tavsiye edildiğini gördüm. O yaş grubu için uygun olabilir tabii ama 2,5 yaşında bir kız için böyle büyük bir gayret hikayesinin biraz fazla kaçabileceğini düşündüm. Selin kırmızı karıncaya bayıldığı için okudum tabii ama epeyce değiştirerek. Bir kaç hafta boyunca da her gece yattığımızda karıncanın hikayesini, içine Selin’in Sina ve Akın dedelerini katarak ve Selin’i parkta Caillou ve kardeşi Rosie ile karşılaştırıp top oynatarak anlattım. Kitabın öyküsünde yaptığım değişiklik ise şöyle: Kırmızı karıncanın ekmek kırıntısı taşıdığını gören anne ve babası çok şaşırırlar ve onu takdir ederler. Ama ona, yiyecek taşımak için henüz çok küçük olduğunu ve vaktini gelişip güçlenmesi, büyümesi için yemeklerini yiyip, uykusunu uyuyarak, çok kitap okuyarak ama en önemlisi bol bol oynayarak geçirmesi gerektiğini söylerler. Küçük karınca da arkadaşlarıyla oynamayı çok istediği halde yorgun olduğunu fark eder, anne babasına büyümeyi bekleyeceğini söyler ve yuvasına gidip mışıl mışıl uyur.

23 Haziran 2010 Çarşamba

Selin'in Kıyafetleri

Esra geçen hafta bir mim göndermiş bana. Bir öncekini cevaplamaya vakit bulamamıştım diye bu seferkini hemen (!) yazdım ve işte aşağıda cevaplarım. Galiba hepimiz az çok birbirine benzer şeyler yazmışız.

1-Nasıl Giydiriyorsunuz?
Özel bir şey yapmıyorum. Giyeceklerini Selin seçiyor. Bazen bir kaç şeyi birlikte giymek istediğinde seçenekleri ikiye indiriyorum. Böyle yapmazsam, mesela dışarısı 35 dereceyken külotunun üzerine, sırf üzerinde Kitty var diye, uzun kollu bir bluz ve mont giymek isteyebiliyor. Ben spor giyindiğim için kızıma da spor kıyafetler alıyorum. Artık giysi alışverişine birlikte gittiğimizden ayakkabı, mont gibi yüklü rakamlar tutan riskli şeyleri mutlaka Selin’e danışarak ve ‘alalım anne’ dediğini duyarak alıyorum. Çünkü dolapta benim alıp geldiğim ve kendisi seçmediği için giymek istemediği giysileri var.

2-Marka mı? Pazar mı? Semt butiği mi? Nerelerden alışveriş yapıyorsunuz?
Marka mağazalardan (Mothercare, Zara) genellikle indirim dönemlerinde bir sonraki yaş için alışveriş yapıyorum. Mont, bot, ayakkabı, cici bici elbiseler, pantalon gibi giysilerde markayı tercih ediyorum. Ama günlük kıyafetlerini Sosyete Pazarı’ndan alıyorum. Selin katiyen önlük kullanmayan ve 11 aylıktan beri ben yiceem, ben içceem diyen bir çocuk ve hiç bir leke çıkarıcı zeytinyağlı fasülye lekesini çıkarmıyor mesela. Hele yazın meyve lekelerinden gına geldi. Bu yüzden bütün günlük kıyafetlerini pazardan veya C&A’dan alıyorum. Bazen ben de Esra gibi organik markaların Markafoni veya Limango'daki ürünlerinden alıyorum. Bir de aile üyelerinin ve bilhassa babaannesinin Brüksel’den aldığı harika şeyler var.

3-Terlik mi? Sandalet mi ?
Selin terlik giymez. En son İstanbul’da bir terlik aldık ama ayağında tutmak için o kadar gayret sarf etti ki, sonunda sıkılıp çıkardı ve yine çıplak ayakla dolaştı. Geçen sene yazın crocs almıştım, çok rahat etti. Kışın da terlik olarak kullandı. Bu sene de aynı şeyi yapacağım, sanırım. Yazın Selin’in ayağında ayakkabı durmaz. Bir yere oturur oturmaz hemen çıkarıveriyor. Geçen sene olduğu gibi bu sene de Gezer’den günlük kullanım için (park, bahçe vs.) keten pabuç aldım. Şimdilerde çok rahat ettiğinden her yere onu giymek istiyor.

4-Haftada 3-5 defa makine döndüren çamaşır canavarlarının cicilerini ütülüyor musunuz?
Evet, ütüleniyor. Haftada bir gün gelen yardımcımız öncelikle Selin’in kıyafetlerini ütülüyor. Tatildeyken penye şort veya askılı bluzlarını ütülemiyorum. Giymesiyle çıkarması arasında yarım saat geçerse ne kadar uzun giydi deyip hayret ediyoruz çünkü.
5-Şapka sorun mu? Nasıl çözüyorsunuz ?
Selin kafasında toka tutmaz ama nedense şapkayı çok seviyor. Hem de öyle çok afilli olanlarını. Bir tane şapka da katiyen yetmiyor. Geçen sene tam dört şapkası vardı. Birini ben örmüştüm. Bu sene de babaannesi iki şapka daha getirince yine dört tane oldu. Doğal olarak denizde de çıkarmıyor şapkasını.

6-Malum deniz mevsimi açıldı? Mayo kullanıyormusunuz? Öneriler?
Evet. Geçen sene genellikle altında bez, üstü çıplak şekilde dolaşmıştı, kumda oynamıştı ama denize girerken mutlaka bikinisini giymek istedi. Beni görüp etkilendi diye düşündük. (Evet evet, bu halimle bikini giymekte ısrar ediyorum, hala...) Ama tek bikiniyle hakikaten zor oldu. Geçen sene, sezon ortasında doğru düzgün bir bikiniyi sadece Zara’da bulabilmiştim. Bu sene de belki bulamam diye, sezon daha başlamamıştı, Joker’den bir İspanya markası olan Pio Mare bikini aldım. Sonra Zara’da Kitty’li mayo bulunca onu da hemen aldım. Joker’den aldığımı iade etmek istedim ama babası “bırak kalsın, bu da çok güzelmiş” dedi. İyi ki iade etmemişim, Zara’dan aldığım birazcık büyük geldi.
Bilmiş kızımın alışverişe dair laflarıyla bitireyim yazıyı. Malum bugün sosyete pazarı günü. Biz de Selin’le, kendime ve babasına günlük kullanım için t-shirt almaya gittik. Alışverişi bitirdim ve “hadi, gidiyoruz meleğim” dedim. Bana “omaj anne!” diye itiraz etti. “Neden?” diye sorduğumda gayet ricacı bir ses tonuyla “babaya buyuz adık, anneye buyuz adık, Seyin’e amadık. Bana da buyuz ayayım anne” dedi:) Kahkahadan dağılmış vaziyette her zaman alışveriş yaptığımız tezgaha yöneldim. İlk defa oldu bu. Benden ona da bir buyuz almamı istedi. Tabii ki bir taneyle kalmadı beğendikleri. En sonunda “iki buyuz ve bi ebise”ye razı ettim. Çıkarken yeni bluzlarının durduğu torbayı ne bana verdi ne de pusetinin arkasına koydurdu. Eve girene kadar da elinden bırakmadı:)

18 Haziran 2010 Cuma

Selin'in Kitaplığından...-17, 18

Geçen haftadan bu haftaya kalan kitabı, son dönemde okuduğumuz en sevimli Türk(iye) yapımı çocuk kitabı olarak ilan ediyorum: LİMON AĞACININ ŞARKISI. Bu güzel kitabı Arslan Sayman yazmış, Deniz Üçbaşaran resimlemiş, Redhouse Kidz’de yayımlamış. Kitabın konusunu anlatmak yerine ilk sayfasında yer alan satırları aktarıyorum. Kitaba neden bayıldığımızı en iyi bu satırlar anlatır herhalde.



Dalımda bir kanarya
Şakıyıp duruyordu
Birden şunu fark ettim
Bir şarkı söylüyordu

Önce biraz dinledim
Sonra ona seslendim
“Bu şarkıyı bana da
Öğretir misin?” dedim.

Ağırlıklı olarak pastel renkler, yeşilin ve sarının tonları kullanılmış. Çizimler çok güzel, net, sade. Selin’e yatmadan önce okudum bu kitabı ilk defa. Sonra ışığı kapatıp çıktım. 2 dakika sonra “Anne! Anne!” diye seslendi. “N’oldu canım?” diyerek odasına girdiğimde “Anne bi daa limon aacının şaakısını oku, yüffen” dedi. Elimde küçük el feneriyle yatağın yanına oturup 3 kere daha okudum kitabı. Ertesi sabah “Şarkı söyleyelim mi tatlım?” diye sorduğumda “evet anne, limon aacının şaakısını söyeyeyim beyabey” dedi. Artık her gün en az bir kere okuyoruz bu kitabı.

Bu haftanın kitabı, Ankara’da arayıp bulamadığım ve hazır İstanbul’a gitmişken ve nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde Beyoğlu’na yolum düşebilmişken, bilhassa İngilizce çocuk kitapları konusunda gerçek bir hazine olan Pandora’dan aldığım, BİSİKLET, KIZAK ve VAPUR. Kitap Tudem Yayınları’ndan ve Hırvat ressam Svjetlan Junaković’e ait. Bu kitapla daha doğrusu seriyle ilgili daha önce Umurcuğum iyi şeyler yazmıştı ve sanırım bir ara, sevgili Füsun da bu kitapla ilgili bir şeyler yazacağından bahsetmişti. Epeydir de alınacaklar listesinin başında duruyordu. Bulmuşken kendimi tutamayarak “Çayır, Ahır ve Çiftlik Evi” kitabını da aldım. Aldığım diğer kitapları da –ki itiraf ediyorum, azıcık kendimi kaybettim ve abarttım, Selin’e okuyup tepkilerini gördükten sonra tanıtacağım sırayla. Son üç gündür hani “elinden düşürmedi” tabiri var ya, Selin aynen o halde dolaşıyor evin içinde. Yemek yerken, tuvaletteyken ve hatta oynarken… Öyle ki yatmadan önce defalarca okuttuğu yetmiyormuş gibi bir de koynuna alıp uyuyor. Açıkçası kitabı ben de çok beğendim ama çeviriye biraz daha özen göstermeleri gerekirdi diye düşünmeden de edemedim. Tabii yine redaktör gözüyle okuduğumdan çok önemli bulduğum bir hatayı da söylemeden duramayacağım. Maalesef bu kitapta da fok yerine fok balığı denilmiş. Sanırım kafiye olsun diye…

Bu arada bir önceki kitap tanıtımı yazımda Sevgili Behiç’in (Ak) Karadeniz’deki Yunus kitabıyla ilgili naçizane uyarımı Can Çocuk dikkate almış ve bir yorum göndererek (bkz. yan sütun) bir sonraki baskıda düzeltileceğini belirtmiş. Çok memnun oldum. Umarım Tudem de bu yazımı dikkate alıp bir sonraki baskıda bu önemli hatayı düzeltir.

9 Haziran 2010 Çarşamba

Diş Macunu Mucizesi


Epey bir zamandır kızımın diş fırçalamak istememesi üzerine bir iki satır yazıp annelere akıl danışacaktım. Hani uzuuun ikna konuşmaları yapmadan, dişler üzerine piyasada var olan ve benim pek de beğenmediğim kitapları okumadan ve de en önemlisi oraya buraya çıkartma yapıştırmadan (Selin yapıştırdığı bütün çıkartmaları yerinden söküp sonra tekrar tekrar yeniden yapıştırmak istiyor da...) bu işe alıştırmanın bir yolu var mıdır acaba diye. Ama geçen hafta itibariyle hiç birine gerek kalmadı. Nasıl mı? Çocuklar için üretilen ve sevgili diş hekimimizin kendi yeğeni için de önerdiği, Umurcuğumun da çok memnun olduğunu belirttiği ( adı Ordu’nun O’suyla başlayıp Bursa’nın B’siyle biten) marka diş macununu alıp kullanmaya başladık ve diş fırçalamak bir anda mühim bir mesele olmaktan çıkıp akşamın en eğlenceli aktivitesine dönüştü. Hatta Selin abartarak hayal dahi edemediğim bir şeyi yapmaya, her öğünden sonra diş fırçalamaya başladı. Önceleri yutar tüküremez diye endişelenmiştim ama çok değil üçüncü fırçalamada ben söylemeden kafasını lavaboya uzatıp gerekeni yaptı.
2. Yaşını doldurduğunda rutin kontrole gitmiştik. Doktorumuz diş hekimine azılar tamamen çıkınca götürmemizin daha iyi olacağını söylemişti ve maalesef daha Ocak ayında ön dişlerinde lekeler başlamıştı. Hiç bir ilaç kullanmadığı halde. Resimlerin bazılarında çok bariz şekilde görünüyor zaten. Biz de beklemeye başladık. İkinci azılar çıkarken sadece iki gece 15-20 dakika huysuzluk yaptı. Sonrasında dişler ne zaman çıktılar, bilemedik. Geçenlerde kocaman bir kahkaha attığı sırada dişlerinin hepsini görme şansım oldu ve fark ettim ki ikinci azılar tamamen çıkmış. Bunun üzerine henüz diş hekimine gidemedik ama macun kullanmaya başladık. Lekeler de macun kullanımıyla birlikte inanılmaz derecede azaldı.
Önceleri “Sen! Sen! (yani ben ben)” diye kendini paralar, çok nadiren dişlerini bana fırçalatırdı. Macunla kendisi bir kez denedi ve benim fırçalamam daha hoşuna gitti. Artık macunu fırçaya koyar koymaz sırıtık yüz ifadesini takınıyor. Sadece bir kere, dişlerini böyle daha rahat görebildiğimi söylemiştim:)

Not: Biliyorum, fotoğraflar konuyla alakasız ama uzun zamandır bloga koymak istiyordum. Baktım uzuyor, bu yazıyı uygun buldum.

2 Haziran 2010 Çarşamba

Haydi Nurturia'ya, Fotoğraf Yarışmasına!

Geçenlerde hiç bir özel günün bana göre olmadığına dair bir yazı yazmıştım. Bu tavrım elbette babalar günü için de aynen geçerli. Ama bu, Nurturia’nın bu gün vesilesiyle anneler arasında düzenlediği fotoğraf yarışmasına katılmamam için bir sebep değil, tabii ki. Şimdi hepinize bu yarışmada şansınızı denemenizi tavsiye ediyorum. Ödül babaların fena halde hoşuna gidebilecek bir ödül. Bir Nintendo Wii. Sakın ha ne işe yarıyor diye sormayın, çünkü bilmiyorum. Benim için önemli olan kazanmak ya da kocaya böyle bir hediye vermiş olmak değil, katılmak. Benim gibi elindeki Sony Cyber-Shot makinenin envai çeşit fonksiyonunu, hala bir vakit bulupta kullanım CD’sini izlememiş ve öğrenememiş biri de olabilirsiniz (bkz. blog fotolarım), Leica gibi acayip güzel makinelerle (dikkatinizi çekerim sadece bir tane örnek verebiliyorum) fotoğraf çeken biri de. Haydi bakalım! Fotoğraflarımızı paylaşalım, gülelim, eğlenelim. Anılarımıza bir yenisini ekleyelim.

Ben bu vesileyle Damla ve eşinin ilk yayına soktukları zamanlardan beri üyesi olduğum ve bir ara herkesin neredeyse her blogta aynı tanıtım yazısını okuduğu Nurturia’nın, benim en çok kullandığım ve en sevdiğim işlevine geleceğim: Anı Defteri. Her kullanışımda hay aklınızla bin yaşayın Damla ve Gökhan deyip duruyorum. Bir sonraki yazıda Selin’in döktürdüklerini cümle aleme ilan edeceğim ama Nurturia üyesi olanlar nerdeyse gün be gün okuyorlar, biliyorlar. Ama en önemlisi ben aklımdan uçup gitmeden hemen kayda almış oluyorum. Nurturia sayesinde bir çocuğun büyüme macerasını kendi ağzından izleyebilmek o kadar eğlenceli ki! Sadece meleğimin değil büyük bir kısmıyla henüz tanışmadığım arkadaşlarımın, her biri ayrı birer şahsiyet olan kuzucuklarının da maceralarına ortak oluyorum böylece. Nurturia’nın diğer işlevleri... Öyle faydalı ve çok ki! Hepsini birden burada anlatamam valla. En kolayı girip bir bakmak. Bu laftan sonra çok merak edip girin, kendiniz görün hatta üye olun. Benden söylemesi...

Not: Dün Damla yarışmayı duyurmak için mail göndermişti. Yaklaşık yarım saat sonra çeşitli bloglarda okuyuverdik. Blog annelerinin hızına yetişmek mümkün değil. Eee, hayat hızlı, anneler de (hatta çoğu zaman daha da)hızlı...:)

31 Mayıs 2010 Pazartesi

İstanbul Günleri 4 (Bitti! Nihayet!)

Nihayet Dolphinarium’a sıra gelebildi. Yazacak fazla bir şey yok aslında. İlk sırada izlediğimiz beyaz balina hem şarkı söyleyip hem de resim yapan süper bir yetenek:) Ardından çıkan mors ise gerçek bir komedyen, üstelik biraz da utangaç. Son olarak sahne alan yunuslar ise hızları ve sevimlilikleriyle baş döndürüyorlar.
Selin beyaz balina şarkı söylerken, resim yaparken çok ama çok şaşırdı. Bir de o koca gövdesinden beklenmeyen bir kıvraklıkla sıçrayıp havada asılı duran topu alınca resmen ağzı açık kaldı.
Bakıcısıyla tango yapan morstan acayip derecede korktu çünkü en ön sırada oturuyorken tam önümüzde foşşş diye sular sıçratarak havuzdan çıktı ve baştan aşağıya ikimizi de tabiri caizse donumuza kadar ıslattı. Bir de uzaktan bile iriliğinden ürktüğü hayvanı gerçek cüssesiyle ve bütün haşmetiyle karşısında görünce bastı yaygarayı tabii. Neyse ki utangaç mors ne kadar utandığını göstermek üzere gözlerini kapatıp şirinlik yapınca sakinleşti. Üzerine bir de karşılıklı el sallaşıp birbirlerine bay bay yapınca Selin gülmeye başladı.
Biz Selin’in üstünü değiştirirken yunuslar gösterilerine başladılar. Kaçırıyorum diye midir nedir bilemedim mızıldamaya başladı. Yunusları takip edememekten çok rahatsız oldu. Bir de atlayıp sıçrıyorlar filan. Yine korktu, sonra yunusların hızlarına alıştı ve seyretmesi çok eğlenceli geldi. Gösteri bitti, bu sefer de bitti diye mızıldadı.
Yunus terapilerinin otizm, down sendromu, beyin travması, nevrotik bozukluklar, gecikmiş konuşma bozuklukları, depresyonlar, kronik yorgunluk gibi birçok rahatsızlığa iyi geldiğine dair haberler okumuştum. Gösteriye gittiğimizde seyircilerin neredeyse %80’inin engelli çocuklar ve aileleri olduğunu görünce de şaşırmadım. Gösteriye en çok tedavi merkezleri ve okullar ilgi gösteriyormuş. Dolphinarium’un da özel fiyat tarifeleri ve tedavi programları var. Diğer yandan bu tarz terapi çalışmalarına çevreci örgütler çok ciddi tepkiler veriyor ve yunuslar üzerinden bu yolla para kazanılmasına karşı çıkıyorlar. Yunusların özgürlüklerine kavuşturulması için ciddi kampanyalar yürütenler de var. Keşke yunusların bu konuda ne düşündüklerini öğrenebilme şansımız olsaydı...
Gelelim bu gösteriden sonra hayatımızın nasıl değiştiğine...Bir defa tanıdık tanımadık herkese Selin tarafından sırayla beyaz balinanın şarkısı söylendi, morsun bizi nasıl foşş diye ıslattığı ve bundan utanması taklit edildi ve yunuslar “bi buudan bi buudan hoop hoop uçtu” diye uzuuun uzun anlatıldı. Selin o günden beri her gün anlatmaya devam ediyor. Kısacası Selin başta yunuslara deli divane olmak üzere beyaz balina ve morsa aşık oldu. Artık her masalda bu hayvanlar olmak zorunda:) Yunuslu bir şey gördüğü anda transa geçerek kendince gösteriyi anlatmaya başlıyor. Bu bir kitapsa bana ezberletene kadar okutuyor.
Yukarıdaki fotoğraf, şoför koltuğundan kalkmadan, kollarımı pencereden uzatıp ne çektiğimi görmeden körlemesine çektiğim bir fotoğraf. Dolphinarium’dan önce uğrayıp işyerinden aldığımız Gülannelerinin caddenin karşısında ofisinden çıkışını gördüklerindeki sevinç ve şaşkınlıkları şahaneydi:)

Ve... Nihayet İstanbul Günleri bitti!

Not: Ya bir de yazacak çok şey olsaydı...:)

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails